Seneler / Annie Ernaux..
Muga Mag kitap kulübümüzün Kasım ayı için tek bir seçkisi olmadı. Zira kararımız, Nobel kazanması nedeniyle Annie Ernaux’un Türkçe’ye çevrilmiş kitaplarından istediğimiz kadarını okumak şeklinde belirlendi. Yani ister tek bir kitabını, istersek de şu an Can Yayınları’ndan satışı olan dört kitabını birden okuyabiliriz diye kararlaştırdık. Kaldı ki bir de şu an basımı olmayan Kürtaj isimli kitabı da (İletişim Yayınları’ndan), internetten PDF olarak bulunup okunabilir diye konuştuk. (Aslında yine İletişim Yayınları’ndan çıkma Babam kitabı da varmış vakti zamanında, ancak ona şu an için ulaşmak pek mümkün değil. Tabii NadirKitap’taki kara borsa dışında :) )
Yazarın kendi adıma ilk okuduğum kitabı, kulübümüz vesilesiyle Seneler oldu. Nitekim kendisi de Nobel’i kazandığında verdiği kısa telefon röportajında, külliyatından hiçbir kitap okumamış olan birinin Seneler ile başlamasını önerdiği için tercihimi bu yönde kullandım.
Kendi yorumuma geçecek olursam: Öncelikle, kitabın içine girmekte zorlandığımı ve ritmine çabuk alışamadığımı söylemeliyim. Ancak bir yerden sonra yazım diline alıştığınız ve diğer sayfaların nasıl ilerleyeceğini bir şekilde öngörebildiğiniz için oradan sonrasında akışı kolay oldu.
Temel olarak Seneler bana (ne kadar doğru bir karşılaştırma bilmiyorum ancak) Ayfer Tunç’un ‘Bir Mâniniz Yoksa Annemler Size Gelecek’ adlı kitabını çağrıştırdı. O kitaptan büyük zevk almıştım. Çünkü kitap, sonuçta benim yaşadığım ülkede ve çocukluğumun, gençliğimin geçtiği dönemlerden ilhamla, bir nevi kronolojik, tarihten notlar şeklinde kurgulanmıştı. O günleri ve o günlere ilişkin kendi anılarımı hatırlatması açısından çok keyif almıştım okurken. Ancak o kitaptan o keyfi almamın sebebi olan ‘neden’ bu kitap için geçerli olmadığı için ne yazık ki o keyfi alamadım doğal olarak. Çünkü tabii ki yazar, dediğim gibi benzer formatta ilerleyen bir kitap olmakla birlikte, Fransız olduğu için Paris’te geçirdiği tüm o çocukluk-gençlik-olgunluk dönemleri yani seneler’i üzerinden eseri kaleme almış. Dolayısıyla içerisinde çokça (nicelik açısından), hiçbir aşinalığım olmayan Fransız markalarını, Fransız televizyon programlarını ve en önemlisi de Fransa siyasal tarihine ait olayları ve yine doğal olarak Fransa’nın şehirlerini, semtlerine içeriyor ve ben bunların hiçbirini bilmiyorum.
Bu sebepten ötürü, birkaç ay önce buradan da paylaştığım, Flanöz isimli kitabı hatırladım. Zira yine o kitapta da Paris’le ilgili çok büyük bir bölüm vardı. Tabii oradaki sokaklardan, kafelerden, politik olaylardan vd. bahsediyordu ki, yine bilmediğim için, o bölümleri okurken hiç keyif alamamıştım ve atlayarak ilerlediğimi üzülerek itiraf etmiştim. Seneler’de de bazı yerleri üstünkörü okudum ancak atamasam da zaten algılayarak ve anlayamayarak ilerlediğimi burada da itiraf etmem gerek. Dolayısıyla o kısımları okumak ve kitabın genelinde de böyle bir hava söz konusu olduğu için tümünü de, okumaktan çok keyif aldığımı söyleyemeyeceğim bir kitap oldu benim için.
Ancak diğer yandan yine aynı ‘neden’den ötürü keyif aldığım yerleri ise tamamen farklı bir kültürün ve ülkenin halkının da benzer korkulardan, endişelerden sevinçlerden, (en sürprizlisi de) gündelik hayat pratiklerinden geçmiş ve geçiyor olduğunu okumak oldu. O yüzden sizin anlayacağınız; kitapta kendimle ve bizimle özdeşleştirdiğimiz anlar olduğunda keyif aldım, olmadığımda da hiç keyif almadım. Zaten kitabın sonlarına doğru yazarın kendisi de Seneler’in ‘gayrişahsi otobiyografi’ [s. 222] olduğunu açıkça dile getiriyor ki, zaten bence de öyle. Tamamen geçtiğimiz 50 yıla dair adeta bir külliyat şeklinde; o yılları hatırlamak ve dönüp ‘a şu vardı orada, bu olmuştu’ diye bakabilmek için küçük bir ansiklopedi gibi bile düşünülebilir, gündelik hayata dair.
“..... bireysel bir hafızanın içinde kollektif hafızanın hafızasına yeniden kavuşarak Tarih’in yaşanmış boyutunu teslim edecek.” [ss. 221-222]
Bir de kitabın şöyle bir niteliği var, o da; fotoğrafları yazarak betimleyip anlatarak 10 yıllık veya 20 yıllık dönemlere giriş yapıyor. İsterdim ki o fotoğrafları basılı olarak da, siyah-beyaz bile olsa kitabın içinde görebileyim. Tabii bu, yazarın durumu okurun hayal gücüne bırakmış olmak için tercih ettiği bir yol olabileceği gibi, maliyetler açısından hiç değerlendirilmemiş bir seçenek olarak da yer almış olabilir. Ancak kendi çapımda bir okur olarak böyle bir şeyi görmek isterdim. Kaldı ki olsaydı eğer, dediğim gibi gündelik hayatın mini ansiklopedik formatı olarak çok daha keyifli ve güzel bir şekilde bize sunulmuş olurdu kanaatindeyim.
Zaten (yazarın kendisi ortaya koymasa da) çok rahatlıkla kitabın satırları arasından okuyucu olarak bizim de rahatlıkla çıkarsayabileceğimiz bir otobiyografik niteliği de söz konusu aktarılanların. Bu açıdan da kitap, yazarın kendi yaşamına gerçekten cesaretle, açıklıkla ve içtenlikle ortaya koyabildiği bir eser olarak yer alıyor ve yazarı da bu noktada takdir etmeden duramıyorsunuz kanımca.
Sonuç itibari ile yılın Nobel edebiyat ödülünü almış bir yazarın kitabını okumuş olmaktan dolayı memnunum. Ayrıca resmen koca bir insan ömrünü çok güzel bağlantılar kurarak, yeri gelip çok ince ve keyifli tanımlamalarla detaylandırarak ve aslında düşünürsek 200 küsür sayfaya sığdırabilecek kadar toparlanmış bir hâlde, hem de bunu hiçbir eksik bırakmadan, çok da derli toplu olarak ortaya koymuş olması açısından oldukça değerli bir kitap olduğunu düşünüyorum. Özellikle yeni teknolojik aletlerin (Walkman, DVD, cep telefonu, bilgisayar, ADSL :) vd.) hayatımıza girişi dönemlerinde aktardıklarını, kendi hayatım üzerinden de benzer deneyimlere sahip olduğumu gördüğümde tebessümle karşıladığımı söylemeliyim. Ancak kendi adıma çok fazla keyif alarak okuduğum, kendi tarzıma uygun bir kitap olarak değerlendiremediğimi de belirtmek isterim.
Meraklısına 1: Evet, kitap 2008'de bittiği için iPhone'un hayatımıza dahili yok :) E buradan zamanı anlama yöntemi uyguluyoruz ya ne diyim :) Zira kendim direkt öyle düşündüm.
Meraklısına 2: Kitabın o kadar çok yerinde kürtaj konusuna atıf var ki, kadının bir kürtaj kitabı yazacağı teee o zamandan çok aşikarmış ve net aklındaymış :)
Meraklısına 3: 'Rakı' kelimesini görmek çok eğlenceliydi :) Orijinalinde nasıl ifade etmiş çok merak ettim :)
Meraklısına 4: Bu arada kitabın yazım formatı açısından belirtmek istediğim bir nokta var ki, o da inanılmaz fazla şekilde dipnotlara yer vermiş olması. Bu açıdan çevirisini yapan Siren İdemen Hanım’a takdirlerimi sunmak isterim, Allah yardımcısı olmuştur dilerim. Oysa ki dipnotları çok seven, kendi de fazlasıyla dipnot kullanan ve ayrıca dipnot okumaktan çok keyif alan biriyim. Ancak bu kitapta dipnotları nedense kitabın arkasında toplama seçeneği tercih edilmiş ki, bu benim hiç tercih etmediğim ve okuma pratiği açısından hiç kolay bulmadığım bir seçenek. Bir de bunun üzerine çok fazla ardı ardına dipnotlar sıralandığı için, özellikle bir romanı okurken dönüp dönüp arka sayfada bunlara bakmak çok zorladı beni. Yine itiraf ediyorum ki bir yerden sonra artık bakmadım ki, dediğim gibi aslında çok severim ve çok değer veririm dipnotlara. Neden sayfaların altına değil de, arkaya koyduklarını anlayamadım açıkçası.
Bir de çevirmen, bunların her birini araştırıp bize açıklamak durumunda kalmış. Bunun ne kadar büyük bir emek ve zaman istediğini düşünmek dahi istemiyorum. Hele ki üzerinden iki tez geçmiş biri olarak onu çok iyi anlıyorum. Dediğim gibi dilerdim ki çok daha pratik bir seçenek varken, o değerlendirilmiş olsun. Belki de Can Yayınları bunu duyar da bir sonraki basımlarda altlara alır. Çünkü sonuçta yazarın kendine ait dipnotları (Y.N.) çok fazla değil ve yazar orijinalinde de onları arkaya koymuş mu bilemiyorum ancak öyle olsa bile bizim basımda, çeviri olduğundan, bari Ç.N. ibareliler alta gelecek şekilde bir format değişikliğine gidilebileceği kanaatindeyim. Tabi editörler daha iyi bilir. :-)
- …. her şeyin bir zamanı var düsturuyla mevsim döngüsüne riayet edilir; "vaktinden önce" ile "vakti geçmiş" arasındaki o değerli ve hesaplaması pek de kolay olmayan zaman diliminde tabiat iyi niyetle hükmünü icra ederdi ..... [s. 31]
- Michelin'e, Gilette'e "girmemiz", sosyal sigorta sahibi olmamız ve hayatımızı kazanmamız" gerekiyordu. İstikbal aradan çıkarmanız gereken bir dizi tecrübeden ibaretti, yirmi dört ay askerlik, is, evlilik, çocuk. Bizden beklenen, geleneği aktarmayı doğallıkla kabullenmemizdi. Bu baştan sona belirlenmiş gelecek karşısında, insan ister istemez olabildiğince uzun süre genç kalma arzusu duyuyordu. Söylemde kurumlar da arzularımızın çok gerisindeydi fakat toplumun söylenebiliriyle bizim söylenemezimiz arasındaki uçurum bize normal ve çaresiz geliyordu, aksi düşünebileceğimiz bir şey dahi değildi, Serseri Aşıklar'ı seyrederken hepimiz kendi köşemizde, içimizin derinlerinde hissedebilirdik bunu ancak. [s. 74]
- Bir roman yazmaya başlıyor, kendisinin içinden çıkıp bağımsızlaşmış, adeta dublörü olan bir "ben"in içinde geçmişin ve şimdinin görüntülerinin, rüyaların ve gelecek tahayyülünün birbirini izlediği bir roman. Hiçbir "kişiliği" olmadığına inanıyor. [s. 83]
- Zamanın her ânında, insanların yapmayı ya da söylemeyi doğal kabul ettiği şeylerin yanı sıra, düşünülmesi kitaplar ve metrolardaki afişler kadar fıkralarla da tembih edilen şeylerin yanında bir de toplumun, bile isteye olmasa da sustuğu şeyler var. Bu suskunluk, nasıl adlandıracaklarını bilemedikleri bu şeyleri hissedenleri bir başlarına acı çekmeye mahkûm ediyor. Ve bir gün aniden ya da yavaş yavaş, kırılıyor suskunluk, nihayet tanınıp kabul edilen şeylere ait kelimeler fışkırıyor, aynı zamanda altta yeni suskunluklar oluşuyor. [ss. 94-95}
- Geçmişi olmayan bir şehre taşındığımız için mi, "ileri liberal toplum"un sonsuz perspektifinden ötürü mü yoksa her ikisi tesadüfen kesiştiği için mi bilemeden, tüy gibi yumuşacık bir şimdinin içinde kayıyorduk. [s. 120]
- Kayıp zamanın izi web üzerinde sürülüyordu. Arşivler ve günün birinde tekrar karşılaşacağımızı hayal bile edemeyeceğimiz eskiye ait her şey ânında önümüze geliyordu. Hafıza tükenmeyen bir şeydi artık, ama zamanın derinliği, kâğıdın sararması ve kokusuyla, kenarı kıvrılmış sayfalar ve tanımadığımız bir el tarafından altı çizilmiş bir paragrafla aktarılan hissi yok olmuştu. Sonsuz bir şimdinin içindeydik. [s. 207]
Comments
Post a Comment