Ben De Seni Sevmiyorum / Oben Budak..

Aslında ilk kez bir kitaba çekinerek başladım gibi bir şey oldu. Şöyle ki; Oben Budak’ın daha önceki üç kitabını da (Falan Filan, Hayvan, Büyük) bayağı bir gülerek, eğlenerek okumuştum. Doğruya doğru şimdi, keyifle bitirdiydim. Geçtiğimiz yaz başınca yeni kitabının çıkacağını duyunca sevinmiş ve hemen edinmiştim. Fakat gelin görün ki, nasıl olduysa o dönemimle bu dönemim arasında okuduğum, çoğunluğu spiritüel nitelikteki kitaplar ve yaşadığım hissiyatlar paralelinde, zaman gelip de bu kitabı elime aldığımda dedim ki ‘galiba artık öyle bir modda değilim, (önceki kitaplarının konularının devamı olduğunu da bildiğim için) o tarz bir öykü, öyle bir yaşamın örneğini sanırım artık okumak istemiyorum, kendimi iyi hissettirmeyebilir, ancak napalım yine de bir şans vereyim’.
Diyip başladım okumaya ve nitekim bayağı bir sayfa da tam da dediğim gibi yaşam tarzından gittiğini gördüm ve üzüldüm. Çünkü dediğim gibi, öyle bir kafada olmaktan artık uzak olmayı dilediğim bir kafada olduğumu hissediyorum. O yüzden de rahatsız oldum. Hoş öyle bir kafada olmayı geçirsem de olmadığım da olamadığım da ayrı bir konu :) Neyse demem o ki, tam kapatıyordum ki kitabı bir anda olay döndü! Öyle ki tam da o sayfalarda, aslında bu işte bir tuhaflık var dediydim. Çünkü diğer 3 kitaptan farklı bir yayınevine geçilmiş olduğunu ve ondan da öte ‘kişisel gelişim’ kategorisinden çıkarıldığını fark ettim! E doğal olarak da eski kitapların tüm formatını bu kategoride olması mümkün değildi! O zaman bende ışık yandı! Ki yanmanın akabinde, biraz geç de olsa olaylar döndü ve kahramanımız kendini bir şekilde bulma yoluna çıkma niyetine girdi :)
Durumlar da oradan aldı yürüdü ve kategorinin kitaplarının popülerliği bağlamında artık çokça etrafta gördüğümüz astrolojiden tutun, bilimum kişisel gelişim kitaplarına, spiritüel yöntemlere ve daha daha tüm aşina olduğumuz bolca mevzuya değinmekle kalmadı, çok da keyifli bir şekilde, kahramanımız Defne’nin olaylara esprili şüpheciliği ile yaklaşılmış oldu. Onun örneğinde de biz çağcıl dönemin biricik üyelerinin, hepiciğini bir şekilde deneyip kendine şifa olma arzusunda nasıl, ne şekilde bocalayabildiğimizi, yeri gelip inancımızı kaybedebileceğimizi tatlı bir şekilde, dokundura dokundura anlatmış oldu. Hem biz uygulayıcılar hem de işi abartan bir kısım uygulatanlar açısından öyle veya böyle her noktaya değinmiş gibi oldu Oben Bey :) Çok da iyi oldu ;)
Tüm o yollardan çıkış/varış yolu tabii ki her birimiz için olduğu gibi Defne için de bir şekilde gerçekleşiyor. Kendi adıma enteresan olansa, başlamaya çekindiğim noktaların Defne’yi de rahatsız ettiği için onun da oradan tutup yola çıkması oldu. :) Demek yaşasan da yaşamasan da bazı şeyler çakışabiliyor. Eş zamanlılıklar aşkına. Ve özetle, kişisel gelişim mevzusuyla bir anlamda dalga geçen ancak deneyen ve hepimizin yaptığı gibi, kendine uyanları cebine atarak kendi yolunu adımlayan bir kadının öyküsü diyebilirim :)

  • - Sana verecek bir cevabım var ama beni dinler misin acaba? Doktor diplomalı birinin karşısına geçip bir bilekliğin hayatına getirdiği fırsatları anlatıyorsun ve ben bunu anlayamıyorum. - Çok zor değil aslında, biraz Kabala bilekliğindeki kafaya benziyor. Bilirsin, Hz. Yusuf'un annesi Rahel'in mezarının çevresine yedi kere sarıldığı söylenen kırmızı yün ip var ya, o işte. Eski dönemlerden beri Rahel Ana'nın koruyucu enerjisini almak ve dileklerin gerçekleşmesi için kullanılıyormuş. Bugünlerde olay biraz ticarete dökülse de ben inanıyorum vallahi. Ayrıca sana daha önce de bahsettiğim arkadaşım Gamze bu bilekliği takıp iyi bir yuva kurmayı diledikten sonra Selim'le tanıştı. Üstelik tanışmakla da kalmadı, tam 6 aydır o sarışın yavruyla birlikte! [s. 13]
  • Ufak adımlarla pencereye doğru yürümeye başladığımda annemin gözünden akan yaşı hiç unutamayacağım. Hani 13 aylıkken ilk yürüdüğümde bu kadar ağlamış mıdır bilmiyorum. Yürümeye başladığımda odada bir alkış sesi koptu. O an için bir yaşam savaşçısıydım ve hayata karşı kazandığım bu zafer alkışlanmalıydı tabii. Konu oldukça majör bir durum olduğu için alkış kıyamet koptu ama insan depresyondayken de bu tip yüreklendirmelere ihtiyaç duyuyor bence. Ama her nedense depresyonda olduğumuzla hiç kimse ilgilenmez. Biz o karanlık havuz dibinde tek başımıza yaşamak zorundayızdır. Çünkü zayıf ya da hassas olduğumuz için depresyona girdiğimizi düşünürüz hep, bu durumdan utanırız, saklarız. Kendi kendimize gaz verip suyun yüzeyine çıkmak için çabalarız sadece. Ama bak Meryem Uzerli "Tükenmişlik sendromu yaşıyorum" dedi ve tüm ülke onun üzerine titrer oldu. Şov insanı depresyonda bile şovda yani anladın mı? Biz ölümlüler böyle bir duruma girsek "kedili teyze" olarak adlandırılır geçiliriz ne kötü. [s. 69]
  • Kim bu zıvanadan çıkmış kadın? Üzerinde bornozu, dağılmış saçları ve bozulmaya yüz tutmuş makyajıyla hali o kadar acınası ki... Durup dimdik bakıyorum ona ve soruyorum: Irmak ile beraber olsa ne olur olmasa ne olur, sen onu gerçekten istiyor musun? Sessizlik... Sanki gözden düşmüş, yıkık dökük bir uydu gibi sürükleniyorum uzay boşluğunda. Ne diyeceğimi bilemiyorum... Belki de kendime cevap vermekten çekiniyorum. Of çok saçma! Çok yorulmuşum, aklıma gelen tek şey bu. ..... "Yanında böyle biri olacağına kimse olmasın be Defne!" diyorum kendime. Odada kalan sadece kendisiymiş gibi bir güzel yerleşmiş olmasına bile sinir oluyorum. Aslında belki de kendime sinir olup tüm duyguyu Mert'e gönderiyorum, öylesine rahat olamadığım için, hiçbir zaman bu kadar bencil olamayacağımı bilip kızıyorum kendime. Çok fazla inancım olmasa bile, zurnanın zırt dediği yerde duaya başlayanlar gibi yüksek sesle "Allah’ım lütfen, beni kurtar, dayanamıyorum artık bu adama" diyorum. [s. 125]
  • Aşk bu, filmlerdeki kadar basit değil, gerçek hayatta canını yakıyor insanın. Çok tuhaf öyle değil mi? Aşk önce hücrelerinin tamamını ele geçiriyor, sonra devrelerin yanana kadar oradan çıkmıyor. Asabını tamamen bozana, sinir sistemini mahvedene kadar bünyede kalıyor. Sonrasında ise seni yok etmeye başlıyor artık, hayatından çalıyor. İşte tam o sıralarda kimsenin lafını dinlemez hale geliyorsun. Sen hıçkıra hıçkıra ağlarken, gözüne giren saçlarını düzeltecek dostane bir el bile istemezken, yolun sonuna geldiğini ve nefessiz kaldığını hissediyorsun. ..... Hayatımız tatlı bir Ertem Eğilmez filminden dramatik bir Yavuz Turgul sinemasına doğru evrilirken, yaşadığımız onca şeyi izlemek yerine kalan son nefesimle dipten güç alıp, ışığa doğru yol almak istedim. ..... bırak bahçeyi bir gül ağacına bile sahip olamayacak birini hayatıma soktuğumu anlıyorum. Oturduğum yerden kalkarken, Süpermen'in kriptonitin etkisinden kurtulup tekrar güçlü haline dönüşünde olduğu gibi, Hans Zimmer imzalı bir bestenin çaldığına eminim. Yaylılar deli gibi çalarken bir anda davul intikam duygusuyla ortalığı yıkıyor: dan dan dan dan! Üzerime atılan koca koca binalara rağmen çizik bile almamış bir süper kahraman gibi hissediyorum kendimi. [ss. 129-130]
  • Gerçekten çok da fazla söylenen biri olmadım ben. Bende kalırken bile Mert'e baskı kurmadım. Onun o Başak ve ikizler arasında sıkışmış kalmış burcuyla uğraşmak istemedim belki de. Yetmiyormuş gibi yükseleni de ikizler, söylemiş miydim? Hatırlıyorum da bazı geceler giyinir kuşanır salona gelirdi. "Nereye canım?" diye sorduğumda "Gidiyorum işte, bir dolanayım gelirim" diye havada bırakırdı lafı. Oturuyoruz evde beraber, giyiniyor ve gidiyor! İki gün yok... [s. 210]
  • Okulda her şeyi öğretseler ya bize. Dinozorlar hakkında, tek hücreliler hakkında, toprak çeşitleri, nehirlerdeki taşlar, neyin nerede yetiştiği hakkında her şeyi öğrendik ama duygularımı nasıl kontrol edebileceğimi öğrenmedim saçma değil mi? Dinozorların boyunu öğrenene kadar sizi takmayan sevgilinizden elinizi kolunuzu sallayarak ayrılmanın inceliklerini öğrensek olmaz mıydı yani? Okulda öğrendiklerimi hayatıma katmasam bambaşka biri olurdum bunun farkındayım. Ama pamuğa fasulye ekmekle uğraşacağıma, hayatta karşıma çıkan zorluklarla baş edebilme dersi öyle gibi bir şey görmeyi tercih ederdim. Hani hayat boyu yaşayacağım şeylerin aslında herkesin başına geldiğini, çok da büyük şeyler olmadığını, büyütmemem gerektiğini anlatan bir ders olsa, birileri bunları bize söylese fena mı olurdu yani? [s. 218]
  • Merdivenleri birer ikişer çıkarak Yağız'ın yanına vardım. İlkönce gözlerimizin içine baktığımızı, sonra o devasa kollarını martı gibi açıp daha da büyüdüğünü hatırlıyorum. Bir anda böğrüne çekti beni; buluşmamızın ikinci dakikasında birbirimize sarılıyorduk. Tarzan'ımı bulmuştum, bu ağaçtan inmeden bir hafta geçirebiliriz gibi gelmişti. İlk buluşmada öpüşme olacak mı stresi yaşamadan kendimi onun kollarında şarj olurken buldum. Beni hiç bırakmasın istedim o an, bırakmasın, bende onun göğsünde yaşayayım bir süre. [s. 244]
  • Tabii ki tanıştığımızdan beri içimi kemiren beni beğendi mi acaba sorusu beynimden gitmek bilmedi. Ben de hemen konuyu yaşa getirerek kendimi ihbar ettim: "Ben de birkaç ay sonra 38 olacağım, hâlâ bu festivallerde olduğuma inanamıyorum" deyip ardından da keh keh gülerek sevimli tatlı kızı oynadım. Ağzından çıkacak ilk tepkiyi merak etmeden olmazdı tabii. "Çüş!" derse onu ormanlık araziye götürüp gömecektim, kesin kararımı vermiştim vallahi. "38 mi, hiç alakan yok, kendine iyi bakmışsın" dedi sadece. Ardından da içkilerimizi tazeleyelim mi diyerek önümüzdeki bir bara doğru yürümeye başladık. Hani sanki ben aslında esmerim ama saçım boya demişim ya da bugün hava ne sıcak değil mi demişim gibi önemsemedi hatta. Ben sevinmeyeyim de kim sevinsin? Beyaz Türk halimle becerebilsem bir zılgıt patlatırdım Budapeşte ortasında. [s. 245]
  • İşte kimi Mert der herhalde, kimi para der. Kimi bahçeli bir evinin olmayışını kalbindeki boşluk o olarak nitelendirir, kimi de düz saçlıyken kıvırcık saçlı olmak ister. Kimi onu zayıf gösteren küçük poposunun kıymetini bilmez, ille de büyüğü der! Ama bilmez ki o boşluk sayesinde düşüp düşüp tekrar ayağa kalkarız, küllerimizden doğarız, yeniden savaş alanına çıkar dövüşürüz... Buradan gazı alıyorum. Kendini bul ki kimse sana zarar veremesin alt metnini beynime kazımaya çalışıyorum. Daha net bir şey elde etmememe rağmen bu genç manita konusunu da kafamda tatlı bir yere bağlıyorum. Denemeyi istiyorum evet, korkmadan deneyeceksem deneyeyim. Yoksa büyük bir külfet. Kaybetme korkusuyla bir yere gidemeyeceğimi anlıyorum. Bariz bir şekilde kendimi rahat bırakmaya ihtiyacım olduğunu görüyorum. Sürekli olumsuz şeyleri düşünerek bir ilişki başlatmanın imkanı yok, kendimi bulmam, kendimi bilmem gerek! Kendimi bilmezsem savruluyorum işte. Ya fazla kapılıyorum, ya gerçekleri görmüyorum ya da hep kötü tarafından bakarak içimi şişiriyorum, bir çözüme ulaştırmam lazım artık. Pozitif düşünce kazanır diyerek olumlu bakıyorum geleceğime. [s. 253]
  • O zaman anlıyorum ki hayatımı bir ev gibi görecek olursam, her aşık olduğumda bu evden uzaklaşıyorum. Sonra da yolumu kaybedip geri dönmem ve evdeki huzuru yeniden sağlamam bir hayli zaman alıyor. 
  • 24 yaşında bir çocuk, nasıl zırt diye seni seviyorum’larla bana geldiyse bir başkasına da gidebilir. Önemli olan yaşanan anlar. Gelmesi ya da gitmesi değil.  Yani benim anladığım şey tadında bırakmanın güzel olduğu. Bana mantıklı gelen ise sürünmek! Sürünmeyi seçeneklerden kaldırıyorum, tadında bırakmayı koyuyorum onun yerine. Zamanında gitmeyi becermenin kolay bir şey olduğunu zannetmiyorum ama artık bunu çözmem şart. Yeter artık bu gözyaşları, burnumu sildiğim peçeteler, tekmelediğim duvarlar! Kendi evimde kalayım, başka şey istemem. Peki nasıl oluyor da bacak kadar çocuk 37 yıldır hiç değişmeden doğan güneşin daha parlak doğduğuna inandırabiliyor beni? Nasıl oluyor da her zaman içtiğim kahvenin tadı bir başka olabiliyor aşık olduktan sonra? Nasıl bir durum ki bu ben ailemi bile gözden çıkarıp kalbimin pompaladığı bütün kanı onun için akıtabilecek duruma gelebiliyorum? Birkaç güzel söz ve birkaç ateşli öpücükle beynimi altı yaşındaki bir kız çocuğunkiyle değiştirecek kadar mı olmamışım yani? Bu hayat bana bunu mu öğretmiş? Hayat herkese aynı şeyi öğretmiş olabilir de ben yanlış anlamış olabilir miyim acaba? Bu duygu değişimlerinin bu kadar hızlı olması normal mi? Nerede yanlış yapıyorum? Ya da yanlış yapıyor muyum? Kafamdakileri atabilecek miyim? [s. 262]
  • - Korktum ama ben, bütün gün ne güzel çocuk diye kestiğim Fransız günün sonunda beni öperken içimdeki tek duygu korkuydu. Artık sevgiden korkuyorum galiba. - Sevgiden değil aslında, sevgi sandığın duyguların karşılığını alamadığın için korkuyorsun. Aynı şekilde kendini ifade etmekten de çekinebilirsin. Sonuçta çocuklukta kendin olduğunda cezalandırıldığın, anne babanın istediği doğrultuda ödüllendirildiğin bir dönem geçirdin. Hepimiz geçirdik. - Her şeyim elimden alınmış gibi hissediyorum Sedef Abla. Uzun süren bir savaşı kaybetmişim, yönetim kuruluma bir kayyum atanmış ve tüm mal varlığıma el konulmuş gibi. ..... - Bu dersin üzerinden çok fazla zaman geçmedi, sindirim için biraz zaman ver kendine. Senin biraz da proaktif zihniyetini beslemen gerekiyor. Sen çünkü normalde reaktif insan modunda takılıyorsun ve bu yüzden bakış açın gereği çözüme değil, probleme odaklanıyorsun. Halbuki çözüm bulmak için yargılamak değil düşünmek gerekir. Probleme odaklanırsan çözüme ulaşamazsın iş, bana Defne. Bardağın dolu tarafına bakma ya da boş tarafını görme durumu bu işte.- Nasıl yapacağım bunu? Tepkisel değil etkisel insan olabilmek için ne yapmam gerekiyor? - Çaba göstereceksin. Bunu adım adım ilerleyecek bir program gibi düşün. Hani suyun altında nefesini tutmak gibi. Önce 10 saniyede boğuluyormuş gibi hissedersin ama suyun altında 22 dakika nefes almadan kalanlar olduğunu bilmek sana bu konuda güç verebilir belki. - Dene nasıl olsa bir gün olur mu diyorsunuz? - Dene, olur diyorum Defne. İnsanların bir kısmı düzenli terapiye gelir, kişisel gelişim kitapları okur, atölyelere katılır ama değişime direndiği için hiçbir ilerleme kaydetmez. Cümlelerini, konuşma biçimini değiştirmen gerekir. Yargılarından kurtulmak en zoru ama en efektif çözüm yoludur. Affetmeli, suçluluk duygunu bir kenara atmalı ve seni olumsuz yönde etkileyen şeyleri hayatından çıkarmalısın. Özellikle de olumsuz insanları. - Peki nasıl, öyle bir söylüyorsun ki ben sanki bunlarla yaşamaktan çok memnunum da ayrılmak istemiyorum. Bebeklik battaniyemden bile kolay ayıramamışlardı beni. - Dene diyorum Defneciğim, yine ve her zaman; dene! Bir anda olabilecek şeyler değil bunlar. 30 küsur yıldır yaşadığın mantık sistemini bir günde değiştirecek halin yok. Sabırlı olman gerekiyor. Bakış açını değiştirmezsen aynı şeyleri yaşayıp duracaksın maalesef. Kendini pozitif enerjiye bırakman gerekiyor tatlı kız [s. 285], biraz akışına bırakmayı öğren, bu kadar mücadeleci olma. Önce kendinin farkında ol. Hayır demeyi öğren, kendini ve başkalarını yargılamayı bırak, başkalarına destek ol, hoşgörülü ol, arkadaş detoksu yap, yeni insanlar tanı, yeniden başla işte! Hayatın hakkında aradığın düze çıkma yolunu benim verdiğim ipuçlarını takip ederek anca sen bulabilirsin. "Sen bulabilirsin..." "Sen bulabilirsin..." "Sen bulabilirsin..." [s. 286]
  • Kapılma huyumdan vazgeçmem gerektiğini yazıyorum aklımın bir köşesine. Çok çabuk etkileniyorum, bu durumu bir şekilde değiştirmeliyim. ..... Tuğrul olayını yaşanmamış kabul etmek üzere, yaptığım aptallıklar dosyasına ekleyip kapağını kapatıyorum. Uçağın tekeri İstanbul toprağına değdiği anda içimi bir huzur kaplıyor. Heyecanla cep telefonumu açıyorum, Tuğrul mesaj atmış: .....  Aman Tanrım, bir mesajla uçakta ayağa kalkıp "Herkese benden şampanya!" diye bağıracak kıvama gelmiştim. Aşk beni dört günlük Berlin tatilinde mi bulmuştu yani? Nasıl olurdu nasıl? Bayram değil seyran değil Tuğrul bana neden mesaj attı bunu anlamak istiyorum sadece. Tam unutma ve hafızamdan silme kararı aldığım sırada "Bana haber ver" gibi bir cümle ile devamlılığı sağlamak da neyin nesi? Hayatın bana karşı bir planı var ama inan ne olduğunu çözemiyorum. [s. 301]
  • Hem artık ben de büyük oynuyorum. Değerimi bilmeyenin arkasından hiçbir şekilde koşmamaya karar verdim. Madem onlar beni sevmiyorlar, ben de seni sevmiyorum diyebilirim. Beni bir türlü önemsemeyen Mert'e, bağımlılık yapan şekere, hareketlerimi kısıtlayan göbeğime, hâlâ çocuk kafasıyla düşünen beynime söyleyebilirim; ben de sizi sevmiyorum, düşün yakamdan! Psikoloji böyle bir şey işte, sürekli kendine hatırlatman lazım, yoksa aldığın hiçbir karar kalıcı hale gelmiyor. [s. 329] Yeter be, dünyamı yönlendirebilmek için gerekli her türlü donanımım varken bir köşeye geçip birilerinin yasını tutarak ya da yolunu gözleyerek yaşamak istemiyorum bu hayatı. Sonuçta bu bir tercih, ister dipte ister gökte yaşarsın. Bugüne kadar geçmişe gömdüklerim geldi aklıma; Erdem'i, Civan'ı, Akın'ı., Mert'i de Tuğrul'u da aynı şekilde unutacağım. Onların ne farkı var ki? Bu tamamen bir zihin oyunu; kuralına göre oynarsan hasarı azaltabilirsin. Robot da değiliz sonuçta ama acıyı tadında bırakmak gerekiyor. Sürekli yanlış kararlar almamı sağlayan aceleci tarafıma da yol vermek istiyorum artık. Sadece iş anlamında da değil tabii. Üç kuruşluk adamlarla evlenme hayali kurmak ne demek ayol, bir kendine gel. Bu nasıl bir şuursuzluk! ..... Bu söylediklerim bir anda olacak şeyler değil tabii. Zamanla durumunu idrak edip konuya el atabilirsin. [s. 330]
  • Hani derler ya, mutluluğa giden yol yoktur, mutluluk yolun kendisidir diye. Ne kadar doğru. Doğru yolda gidersen doğru insanlarla karşılaşıyorsun. Ama bu yola girene kadar da kendine karşı yapıcı olman gerekiyor. Zamanla tüm duygularını kontrol. altına alabiliyor insan. Ben fark ettim ki "Ben bunu asla beceremem" gibi cümleleri hayatından çıkarman gerekiyormuş. Kendi içinde bütünlüğe kavuşursan başka birinin eksikliğini hissetmiyorsun. Mesela sevgilin yok diye hayıflanmıyorsun çünkü kendine yetebilen birisin. Biri gelirse ne âlâ ama gelmezse de dünyanın sonu değil. Umudu elden bırakmadan zamanın tadını çıkartmak gerekiyor. Bu dünyadaki en büyük sorun aşksızlık değil. İnsanın sevgilisi olması güzel bir şey tabii ama temel ihtiyaçlardan biri değil aslında. Hayatınla ilgili çözmen gereken bir sürü soru işaretin varken sadece sevgilinin olmayışı maddesiyle ilgilenirsen olmaz! Hem sevgilin olunca da ayrı bir dert. Geldi-gelmedi, sevdi-sevmedi... Bu zamana kadar yaşadığım aşklarda endişeliydim çünkü kendimi tanımıyordum. Kendini tanımazken başka birini tanımaya fırsatı olmuyor insanın. Hep karşısındakine suç atmaya çalışıyor. Yanıma gelmedi, bana seni seviyorum demedi, özel günlerde hediye vermedi... Onun söylediği söze mi kaldın, vereceği hediyeye mi kaldın canım, kendine gel! Kendime diyorum sana değil. Kendime hatırlatmalıyım ki öğreneyim. Sana akıl veremem, sadece yol gösterebilirim. Osho ne demiş: "Hiçbir üniversite sana kendin olmayı öğretemez. Bunu sadece sen öğrenebilirsin..." [ss. 330-331]

Comments