Dünya Bu Kadar / Mahir Ünsal Eriş..

MugaBookClub Nisan kitabımız Dünya Bu Kadar oldu ve çok da iyi oldu. Çünkü çok orijinal bir kurguya sahip harika bir roman okumuş oldum. Roman dediysem aslında sanki kendi kanaatimce tam da roman gibi de değil, zira birçok insanın öykülerini sırasıyla okuyorum hissiyatını da veriyor ancak bunu genel çerçevede roman şemsiyesi altında yapıyor. Böyle deyince çok anlaşılmıyor gibi ancak aslında bu da tam, başta dediğim gibi kitabın inanılmaz orijinal kurgusuyla alakalı bir durum. 

Öyle ki bir karaktere dair öyküyü okuyup tam sonuna gelmişken o kişinin hikayesinin içindeki bir başka kişinin hikayesine atlayarak oradan devam ediyoruz şeklinde bir ilerleyiş söz konusu. Peki tabii ki bu bağlamda belli bir noktadan sonra her şey birbiriyle bağlantılı hale geliyor. (Tabii arada bazılarına dair yeni veri öğrenemiyoruz (ya da belki de ben henüz hepsini bulamadım:)), bu durumda da bazı karakterlerin akıbetini inanılmaz merak edebiliyoruz. Ki bana öyle oldu. En çok Naciye Hanım’a ne olduğunu deli merak ediyorum desem :/) Ancak böyle bir zincirleme hâl de sizi dönüp dönüp ‘ben bu karakteri, bu hikayeyi nereden biliyorum?’ sorusuyla sayfaları karıştırmaya itiyor. 

Öyle ki şahsen bir yerden sonra kafamda artık tutamaz oldum hepsini ve aldım elime kalemi, bu karakter sayfa işte 56‘daki şu karakterin annesiydi/sevgilisiydi ya da biz bu karakteri şu öyküden hatırlıyoruz şeklinde notlar almaya başladım. Hatta kitap bittikten sonra ‘mutlaka arada kaçırmışımdır’ diye düşündüm ve bir gün daha sayfaları karıştırarak notlarımı almaya devam ettim. Tabii bu durum, benim kitabı bu şekilde okumaktan inanılmaz zevk almam sebebiyle de oldu açıkçası :) Adeta bir bilgisayar oyunu içerisindeki hazine avı misali, bütün karakterleri nereden hatırladığımı bulma şevkine girdim. Ne kadar keyif aldığımı size anlatamam. 

İnanılmaz kurgu haricinde kitaptaki betimlemelere de bayıldığımı söylemeliyim. Bir dantel anlatılışı, bir sevdiceğin gülüşüne dair yazılan methiyeler bu kadar güzel olabilir. Hepsinin altını çizdim resmen ve birkaçını da aşağıya alıntılanmadan edemedim. 

Sonuç itibari ile 200 sayfalık bir roman var karşımızda ancak bence bir 500-600 sayfalık romanın içine sığacak kadar karakter ve o karakterlerin öyküsü ile bezenmiş koskocaman bir dünya bizi karşılıyor. Gerçekten isminin de ifade ettiği gibi, dünyanın ne kadar küçük olduğunu ve hepimizin bir şekilde birbirimize değdiğini harika bir şekilde anlatıyor.

  • Çünkü Mükerrem Hanım için dantel kutsaldı. Dantel, evin kadınını hamarat ve özenli göstermesi bir yana, eşyayı da tamamlayarak zengin gösteren, mukaddes bir düzenle yerleştirildiği mekânı yuvalaştıran bir tabiat harikasıydı. Bir kere emekti. Bir kadın, dantel işlemeyi muhakkak öğrenmeli, ama tuğla, ama iğneyle, beş şişle, firketeyle, mekikle, yuvasını bir dişi örümcek gibi örmeliydi. Kenarları işlenmiş bir şeylerin olmadığı, bir şeylerin üstüne etaminlerin serilmediği bir ev ancak otel odası, bekâr evi ya da huzurun olmadığı bir başarısız evlilik yuvası olabilirdi. Üstelik dantel tarihti. Kadın, danteli işlerken hayat da devam ettiği için, yapılıp bitirilmiş her şeyde kendi kişisel tarihini biriktirirdi. [ss. 14-15]
  • Hele ki masada yan yana düştükleri toplantı günlerinde kavruk teninden yaylan kokusu başını döndürürdü. Ergenliğin doymaz görünen iştahıyla onca sigara kokusu arasından bile incelikle seçebildiği bu kokuyu kimseye belli etmemeye çalışarak usul usul solur, insanın kokuları hâlâ bir yere kaydedemiyor oluşuna lanet ederdi. Yuvarlacık çenesinde gülünce beliren gamzeyi görebilmek için, ciddi toplantıların en zayıf olduğu anları kollar, bir fırsatını bulup bir ufacık da olsa gülümsetir, uykuya dalmadan önce hep gülüşleri hatırlayıp gülümserdi. Onun bahsini ettiği filmleri muhakkak aklına not edip, bulur izler, ona bahsedeceği, onun bilmediği filmler arardı. Filiz'in kendisine bakmadığı kısacık anlarda uzun uzun onu, yüzünü, hep gülümseyen güzel ağzını, ellerini izlerdi. Ellerinin rötuşlanmış bir fotoğrafını verseler üstündeki minik benleri tam olarak doğru yerlerinde işaretleyebilirdi. Taktığı yüzükleri, yenmiş tırnak kenarlarını, sol elinde iki parmak arasındaki küçük kesik izini milimi milimine çizebilirdi yeteneği olsa. Delirecek gibi seviyordu Filiz'i. Çünkü aşk, gözünde büyütmekti. [s. 47]
  • Genç kızın Ulaş'a duyduğu hayranlık ve aşk, ona bakışlarında cisimleşip camdan bir küreye dönüşecek ve böylece gözlerinden aşağı yuvarlanıverecek gibiydi. [s. 47]
  • Şık takım elbiseli, şapkalı beyefendiler ve hanımefendiler, kasabaya iliştirilmiş bir film seti gibi tuhaf görünen bu yeni şehirde, sonsuz bir nezaket ve ölçülülük içindeydiler. [s. 60]
  • Sadun Bey o yılların Ankara'sında edindiği tarzı hiç terk etmedi, süslü ve mübalağalı görünen İstanbul beyefendiliğinin karşısına hep Ankara'nın cumhuriyet bürokratı nezaketini koydu. Medeniyet kelimesini her seferinde damağında kaymak eriyormuş gibi büyük bir keyifle telaffuz etti. [s. 60]
  • Remzi dinin yaşlılara ait bir meşgale olduğunu düşünürdü çocukken; ilaç yazdırmak gibi, içlik giymek gibi, bir şey okumak zorunda kaldığında gözlüğünü aramak gibi. [s. 81]
  • Boynunun başını tutuşunda, zeytin dallarını hatırlatan bileklerinin duruşunda, mini minnacık ayaklarını mahcuplukla altına çekip oturuşunda dokunulmaz bir letafet vardı. Sanki dokunulsa, rengârenk parıltılar saçan bir sabun baloncuğunun patlayışı gibi birden her şey sonlanacak, geriye yalnızca o nazlı süzülüşün havadaki hayali kalacaktı. Kirpiklerinin ucunda nokta nokta biriken ışık, sesinin kadifeliğinde salınan o nağme, gülümseyişi ve saçlarının turuncu ışığıyla bulunduğu yere verdiği narenciye ferahlığı, dile gelmez bir güzelliği, benzerlerinde hiç bulunmazmış gibi görünen bir başkalığı işaret ediyordu. Bizi meydana getiren kudret her neyse, bizden esirgeyip ona bolca verdiği bir başkalık. Bizimkinden farklı, değişik bir maya. [s. 138]
  • Kadın gülümsedi ve tüm renkler, birisi gelip de kısık olan ayarlarını açıvermiş gibi canlandı, bütün sesler hülyalı nağmelere dönüp dalga dalga uçuştu, birdenbire herkesin şarkı söyleyerek dans etmeye başladığı Amerikan müzikalleri gibi bir neşe esti uçağın içinde. [s. 140]

Comments