Çi / Azra Kohen..

Evet evet yuh diyebilirsiniz ancak evet yeni okudum Çi’yi! Şöyle ki, hatırlayanlar bilecek ki Fi’yi dizisinin ilk sezonundan sonra okumuştum nitekim. Sebebini de ilgili blog yazılarımda belirtmiştim. Aslında serinin ilk kitabına başladığımdan beri Çi ile Pi de hazırdı ve onları da hemen akabinde okumayı planlamıştım, ancak tam o dönemde yaşamsal sebeplerden ötürü hiç kitap okuyamadığım bir sürece girince kaldılar. O gün bugündür de sürelerini bekliyorlar. Ve yeniden bir ‘elimdeki kitaplar bitmeden yeni kitap almama’ self-yasağım :) kapsamında sonunda Çi’ye başladım. Başlar başlamaz da bitirdim. Bunda her ne kadar üçlemenin incesi olmasının etkisi olsa da konunun da merakımı körükleyip heyecanlandığını söylemeden geçemeyeceğim.
Ve en önemlisi de bu kitap sayesinde, dizinin neden devam etmediğini apaçık öğrenmiş oldum. Hatta nasıl olup da diziye başlandığına bile (sonuçta seri devam etmeliydi ve nasıl ettiği, kitapta yazıyordu) hayret ettim. Ah ah nerede bizde öyle yapımcı, cesur oyuncu ve savaşçı yayın kanalı. Dilerdim ki olsun ve kitaptaki her şey, çok daha fazla kitleye (kitapla ulaşamayacak olanlar başta olmak üzere) ulaşsın da, konu ve verdiği bilgiler delicesine konuşulsun, kıvılcım üzerine kıvılcım patlatsın, çığır açsın mikro ve makro düzlemde. Ah ki ne ah.
Neyse hayıflanmalarımı bir kenara bırakacak olursam, Çi iyi bir kitap. İlkine kıyasla ortaya koyduğu bilgiler ve onları sunuş şekli açısından beni gerçekten etkilediğini sevinerek iletmek istedim. Kendi çapımda birtakım şeylerin farkında olan biri olarak kendimi değerlendirmeme rağmen, ‘bunun içinde bir şey var ancak ne acaba?’ dediğim ancak alt metnini bilmediğim birçok konunun sebebini okumak çok bilgilendiriciydi. Hüznü bir yana :/
Diğer yandan da dizinin 2. sezonda saçma sapan bir hâle gelmesinin yukarıda belirttiğim ‘yememeleri!’ kaynaklı olması paralelinde havada kalan tüm karakter betimlemelerine, ilişki şekillerine-gelişimlerine, konuların esas ilerleyişine vakıf olabilmek pek keyifliydi. Modern dönemdeki (belki de postmodern demeliyim) tekamülü böylesi çağcıl bir nitelikte, bilgilendirerek, sade sade, öz öz, akıcı (ve bayağı heyecanlandırıcı, merak uyandırıcı) bir kurguda sunması şahsen benim adıma çok güzeldi. Nitekim o gaz hemen Pi’ye de başladım. Fi’deki çiğliğin Çi’de katlarını açıp köklerini göstermeye başlaması, buna şahit olmak hem çok keyifliydi hem de Pi’ye dair merakımı (aman Yarabbi 3.’de neler olacak kim bilir! heyecanımı) inanılmaz çiçeklendirdi-ateşledi desem? ;) olur bence..hatta oldu. Hatta oldu oldu oldu ;)

  • “Bir kadını en tahrik eden şey erkeğin üzerinde yarattığı etkiydi. Ona hissettirdiği her duyguda kendini buldu Duru, kendi güzelliğinin aksini Can’ın gözlerinden gördü, Deniz’in uyuşmuş gözlerinde çok uzun zamandır göremediği kendini...” [s. 18]
  • “Duygularınızın sizi ele geçirmesine izin vermediğiniz kadar insansınız! Öfke, nefret, kıskançlık, hayal kırklığı... Bu duyguların kontrolü ele geçirip hemen bir davranışa dönüşmesini engelleyebiliyorsanız gelişirsiniz. Peki ya aşk, sevgi, ümit... Bunların da davranışa dönüşmemesi mi gerekir. Evet, dönüşmemeli! Çünkü hissettiğimiz anda sevmek ya da kızmak, kafatasımızın içinde bulunan ve şu ana kadar bilinen en gelişmiş şeye, beynimize hakarettir. Duyguları hormonlarımız yaratır. Hormonlarımızı beynimizle filtrelemediğimiz sürece kafasının içinde değerli evrenler taşıyan zavallı hayvanlarız. .... Bunu kullanmayı öğrenmek için buradayız.” [s. 195]
  • “Bireye, yoğun şefkat hissettiği kişi tarafından uygulanan şiddet sevgiyle kodlanır ve bu kod bilinçaltında ya sadist ya da mazoşist eğilimlerin tohumlarına dönüşürdü. Annesi tarafından bu kadar sevilirken birincil ihtiyacı olan yemek yemede anne şiddetine maruz kalan bir çocuğun, diğer birincil ihtiyaçlarında da şiddet arayışına girmesi kadar doğal ne olabilirdi ki! Beynimiz kodlamayla çalışıyordu, Merve’nin beyni sevildiğini ancak şiddet gördüğünde anlayacak kadar bu iki duyguyu birbirine bağlamıştı. Can Manay Merve’yi hiç sevmeyen birine besleterek ve sonunda da güvendiği kişi olan kendisi Merve’nin karşısına geçip ondan tiksindiğini, bu halinin iğrenç olduğunu söyleyerek çatlatmıştı paterni.” [s. 209]
  • “Kendine acıdığın o deneyimler olmasa doğamazdın!” [s. 210]
  • “Yaşadığın trajediye diğerlerinin gözünden bakıp aslında nasıl da haksızlığa uğradığını yüklüyorsun kendine. Bunu yapma! Altında ezilmen için değil, gerekli olduğu kadarını alıp renklenmen için yaşıyorsun. Sadece seçmen gerekiyor. Bir seçim yap ve kendini seç! Kendini seçen insan asla kendine acımaz! Çünkü kendini, kendine acıyacak kadar uzun süre acınacak durumda bırakmaz. Başkalarının senin hayatını bu kadar etkilemesi sadece senin kontrolsüz zavallılığını gösterir” [s. 231]
  • “Okuduğun her kitap, toplamda sadece 26 harfin kombinasyonundan oluşuyor, aynı etrafında gördüğün her şeyin aynı atomların bir araya gelmesiyle oluşması gibi ama her şey birbirinden ne kadar farklı değil mi? Bizi oluşturan aynı atom ve okuduğumuz yüzlerce değişik kitabı oluşturan 26 harf... Temelde biriz Bilge ama aynı değiliz, çünkü deneyimlediklerimiz farklı. Ne olursa olsun deneyime sahip çık” [s. 232]
  • “Denge insanı önce bağımlılıklarından, sonra alışkanlıklarından ve de nihayetinde de şartlanmalarından arındıran bir haldi. Tanrı’nın var olduğu hal. Tanrı hali.” [s. 271]
  • “İşte bizi de böyle şekillendirir hayat... Olmamız gereken şeye dönüşebilmek için küçük küçük darbelere ihtiyacımız vardır. Maalesef darbeler acıtır, büyürken acırsınız. Ama ancak acıyarak kendimizi bulduğumuzu kimse söylemez bize, belki de korkacağımızı sanırlar. Halbuki ruhumuz acıdıkça kabuğumuz soyulur... İçimizdeki güzellik dışımıza çıkana kadar. Aynı taşın içindeki bu heykel gibi.” [s. 327]
  • “Merak etme, büyüdükçe bedenin daha az acıyacak. Daha az düşeceksin, artık ayak parmağını o kadar da vurmayacaksın, dizlerin kanamayacak çünkü bedenin acıya acıya kendini daha iyi taşımayı öğrenecek. .... Büyüdükçe artık bedenimizin değil, ruhumuzun acıdığı şeyler yaşamaya başlarız. Benim başıma neden bu geldi derken bulursun kendini. Ama nasıl bu darbeler olmasa elinizdeki heykelcikler ortaya çıkamazsa, hayatın ruhumuza yaşattığı acılar olmasa da biz, biz olamayız, olgunlaşamayız. Çünkü acı hisseden kişiden bir şey doğar: İntikam ya da anlayış. Seçim bizim. Kendine acıyanlar intikamı seçerler ve sonunda intikamını almaya çalıştıkları şeye dönüşürler. Haksızlığa uğradığı için intikam peşinde koşan biri haksızlığa uğratır. Anlamayı seçenlerse olgunlaşırlar. Bırakın hayat sizinle uğraşsın, acıtsın. İntikama düşmeyin, anlayın, anlayın ki öğretsin, değiştirsin. Bırakın hayat sizi kendinizle tanıştırsın. .... Şükürler olsun ki hayat her an, hepimizden daha akıllıydı. Tek yapmamız gereken ilhamımızı bulmak ve ölesiye onu korumaktı. Çünkü evrende tesadüf yoktu.” [ss. 328-329]
  • “Birlikte olduğu yüzlerce muhteşem güzellikteki kadından sonra öğrendiği bir şey vardı, bir kadının nasıl göründüğü değil nasıl hissettirdiğiydi erkeği esir alan. Bu kız, kendisini esir alabilecek ilk kadındı.” [s. 399]
  • “Sadık, “Çünkü ilgimi çekiyorsun” diye cevap verdi. Özge, “Nedeni çok ortada: Hormonlarımla savaşacak kadar evrimleşmedim henüz” diye açıkladı.” [s. 401] 
  • “Sadık, “Her şey çok değersiz” diye cevap verdi. Özge, “Bir şey neden değerlidir? Sen ona değer verdiğin için. Sahip olduğun her şeyi değersizleştiren sensin!” dedi meydan okurcasına.” [s. 402]
  • “Özge, “Sen bir koleksiyoncusun, bense bir deneyimci. Sen biriktirir değersizleştirirsin, ben yaşayarak hakkını veririm. Sen tüketirsin, ben yüceltirim” dedi.” [s. 404]
  • “Deniz’in yüklediği farkındalık ruhunu sakinleştirmişti. Öfkeyle, ruhunu acıtan düşüncelere şimdi kızamıyordu, aklına gelen her düşünceyi anlamaya çalışmak, analiz etmekten başka ne için vardı ki insan? Kızmak, inkâr etmek, öfkelenmek düşüncenin zehriydi. Gelişimin engeliydi. Anlamalı, kabullenmeli, sakince analiz etmeliydi. Deniz’in dediği gibi iyi ve kötü yoktu ki; bilenler ve bilmeyenler, görenler ve görmeyenler, umursayanlar ve umursamayanlar, hissedenler ve hissetmeyenler vardı. Hayatın sorunu, uçlardaki duyguların çatışmasındandı. Dengede olamamaktı.” [s. 444]
  • “Bir insanın kendi potansiyeline ulaşabilmesi için dikkatle, incelikle, muhteşem bir zekâyla dizayn edilmişti hayat. Deneyimlerle anbean şekil veriyordu insana. Acıdığımızda bir sonraki adıma geçebiliyor, gelişebiliyorduk ancak. Acının kutsallığını anlamalıydı insan, mutlulukla uyuşmadan, kendimizi kandırmadan, başımıza gelenlere kızmak yerine sahiplenmeliydik.” 
  • “Hayat, seni kendinden uzaklaşmaya başladığında yakalar ve öyle bir köşeye sıkıştırır ki kaçamazsın. İçindeki gücü bulup dönüşmen gereken şeyi net bir şekilde görene, anlayana kadar sıkıştırır. Acıtır. Anlamadan gidemezsin bu dünyadan çünkü anlamak, anlamlandırmak için buradasın. Kendini bulmadan var olamazsın çünkü potansiyelini doldurmak zorundasın. Yapman gerekeni sen yapamıyorsan olaylar öyle bir gelişir ki sonunda yapmak zorunda kalırsın, olmak zorunda kalırsın, doğmak zorunda kalırsın! Yapamıyorsan, olamıyorsan, doğamıyorsan sen olamazsın.” [s. 445]

Comments

Popular Posts