Acayip Bir Başlangıç / Monika Maron..

Gerçekten de adı gibi oldukça acayip bir kitaptı. Ekim ayı bibliyoterapi online atölyesi için okuduk Kent Kabilesi’nde. Yine okuduğum için çok memnun olduğum oldukça farklı ve orijinal bir eser oldu kendi adıma. 

En öz ifadesi ile, Alman bir kadının küçük çevresi ve çekirdek ailesi üzerinden ilerleyen yaşamına, yaşlılığının ilk yıllarından (ki 50 yaşın hiç de bir yaşlılık dönemi olduğunu düşünmüyorum) bakışını konu alan bir kitap var karşımızda. Bana feci şekilde Doğal Roman kitabını hatırlattı. Birkaç ay önce Be Water kafe bibliyoterapi atölyesinde okuduğumuz. Onun o metinlerarasılığı ve eklektik yapısını bu kitapta da hissettim. Ve o tarzı sevdiğim için de hoşuma gitti açıkçası. Çünkü bir yandan bize geçmiş yaşamını anlatırken bir anda kendi kaleme aldığı yazılarını aktarması ve bir noktada da onların benzerliklerini gözlemleyip bizimle irdelemesi benim hoşuma gitti. 

Almanya olması özelinde ise bir kez daha ne kadar değişik bir kültüre sahip olduğunu okumak enteresandı açıkçası. Vaktiniz olursa, zaten 160 sayfa gibi bir sayfa sayısına sahip olan bu kitabı okumanızı önerebilirim. Zira özellikle de, dediğim gibi belli bir yaş evresindeyseniz, kendi üzerimizde düşünmelerinizde bir bakış açısı ve merkez sunabilecek ilginç tespitlere sahip olduğu kanısındayım.

Meraklısına 1: Yalnız kitap bana feci şekilde (tabii sadece bazı açılardan) 94 tarihli ‘The Bridges of Madison County’ filmini hatırlattı.

Meraklısına 2: Sevgili Funda Hanım’ın buluşmada aktardıklarından aldığım bazı notları her zamanki gibi aşağıda maddeleştirdim.

  • Bir içsel yolculuk kitabı. 
  • Öteki ile karşılaşmak ile başlıyor, kitap. 
  • Kahraman beden ile / bedenin içinde olmak ile kıyaslama yaparak hayatı irdelemeye başlıyor. 
  • Irine karakteri de bu anlamda başkarakter için bir öteki. 
  • Yalnız kalabalıkların kitabı aynı zamanda. 
  • Metropol kültürü çok narsist bir kültür. Orada kişiler bireysel ama diğerleriyle anlamlı ilişkiler kuramıyorlar. Oysa mutluluk bu şekilde kurulabiliyor. Kahraman da, kitaptaki o köye giderek işte bu iletişimsizliği aşıyor. 
  • Kitapta, siyasetin-politikanın vatandaş anlamında bireylerden bir katılım da beklediği görülüyor. Çünkü kitap yeni dünya düzeninin şekillendiği bir dönemde yazılmış. 
  • Kitabın önermesi: ‘birey, önce kendini belirlemeli’ = bu da “ben kimim?” diye sormak ile başlıyor.
  • Modern toplum için bu sorun daha büyük çalışıyor. Zira eski çağlarda -özellikle antik çağda- toplumun çıkarı ön planda ve ayrıca bu soru sadece erkekler için geçerli. Dolayısıyla kitapta kadının da ön plana alınması çok önemli. 
  • Modern çağda, birçok araçla artık bunu yapabiliyoruz yani ben kimim sorusunu sorabiliyor, önce kendimizi belirleme yolunda adım atabiliyoruz. 
  • Karar verme bir zorunluluk gibi. Zira karar veremezsen bu durum yaşlılıkta mutsuzluk olarak ortaya çıkabiliyor. 
  • Ben kimim sorusu kendini ifade etmenin, kendini gerçekleştirmenin ilk sorusu, ilk adımı. Ancak bu zor bir soru. Dolayısıyla belki de “ben kim değilim?” ile başlamak durumu kolaylaştırabiliyor.
  • Öteki ile karşılaşma, kendi kendinin farklılığına maruz kalmayı getiriyor. 
  • Farklılık, risk ve tehlikeleri de beraberinde getiriyor. Hem kendi farklılığını ortaya getiriyor, hem de diğeri ile arasındaki boşluğu kapatma adına bir köprü oluşturmayı getiriyor. Kitap da işte tam olarak bunu yapıyor.
  • Jung’un üçlü döngüsü spiral şeklinde devam ediyor ve her bir yeni döngü yine yeni bir ‘öteki’ ile başlıyor bu anlamda. Kişi öteki ile karşılaşarak dönüştüğünde döngü tamamlanıyor ancak bir sonra karşılaştığı öbür öteki ile yeni bir döngü başlatarak bütün süreci devam ettirmeye devam ediyor.
  • Kişinin kendisini öz yeterliliğine maruz bırakması, kişinin kendini ötekiye maruz bırakmasıyla ortaya çıkıyor. 
  • Bunlar da bizi önemli bir sosyolojik önermeye götürüyor: ‘en büyük iyi niyet bile ötekinin evreninde kendimizi evimizde hissettirmez.’
  • Öyle ki ancak kendi benliğimizi keşfettiğimizde, kendi benliğimizin anlamını yaratmaya çalıştığımızda mutlu oluyoruz. Kendimizi ötekinin benliği ile bir tuttuğumuzda değil.
  • Kitapta kadının çocuğu da bir öteki olarak yer alıyor. Kadın kahraman onunla da, kendisini başkası üzerinden ifade etmenin yanlışlığını bize gösteriyor. 
  • Eserde yaşlılık ile kayıp teması da işin içine giriyor. 
  • Yaşlılık, anda mevcut olmak kapasitesinin çökmeye başladığı bir dönem olarak yer alıyor. ‘Yaşlı isen yeni dünyada bir şeyleri yapmadan var olmaya devam edemezsin’ çelişkisi de kitapta irdeleniyor. 
  • Yaşlılık noktasında olan kişi, o çökme durumunu yaşamamaya ‘meydan okuma’ ile karşı koyuyor.
  • İhtimallerin, sembolik bir çağrısı da vardır. Ve bu çağrı, bizi deneyime yöneltir. 
  • Sınır olmayınca deneyim ve öteki de olmaz (hem kişinin karşısındakine kendisinin kurduğu sınır, hem de karşısındakinin ona dair kurduğu sınır).
  • Bu durum ilişkiyi karmaşıklaştırsa da; sınır olması, deneyim veriyor. 
  • Sınır, bir başkalaşım yaratıyor. Sınır, gerçekliklerimizin farklılığını gösteriyor. Sınır, gerçeklikle temas sağlıyor. 
  • Sırt motifi, iletişimsizlik temasının bir sembolü olarak kitapta yer alıyor. 
  • Gerçek iletişim o mektuplarda kuruluyor. Çok yakınındakilerle ise sınırlar bulanıklaşıyor. Dolayısıyla gerçek iletişim bir anlamda ortaya çıkmıyor. (Oysa birey olmuş toplumlarda o sınırlar daha belirgin.)
  • Sınır bulanıklaşınca, kişi kendi benliğine ötekileşiyor. 
  • Öteki üzerinden var olmak = ‘saçını süpürge etmek’ kavramında somutlaştırılabilir.
  • Belki şimdi değil ancak geçmişte; evliliğin güvence olduğu, bireysel kesiminin olduğu eski bir dönem vardı. Boşanma yoktu. Oysa şimdi var. Dolayısıyla kitapta evlilik ve bununla gelen sadakatsizlik de irdeleniyor. (Bu kapsamda ‘Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Evlilik’ kitabı önerildi.) 
  • Zira kitap, evliliğe dair söz konusu dengeleri kıran yapının parçalandığı bir dönemde yazılmış. 
  • Eskiden aldatma sorgulanmazdı bile. Kahramanın yazdığı kitaptaki metres olgusunun olması gibi. Zira o dönemde o güne kadar başka bir ilişki biçimi yoktu. 
  • Oysa artık ilişki form değiştiriyor. Fakat buna rağmen ilişkiyi canlı tutma görevi yine kadına veriliyor (bu yeni formda, kolektif bilinçte).
  • Ve kitap tüm bunları sezgisel olarak bize aktarıyor. İşte bu sezgiselliği de bize kendisini sevdiren esas neden olarak öne çıkıyor.


  • ….. hiç sorma­mışsam da, hep aramızda duruyordu; yanıtı da öyle. [s. 9]
  • Basekow'da ekinleri muazzam dalgalarla kırbaçlayan fırtınaları, boranları seyrederken bile, öncelikle derin bir haz alıyordum; çünkü bu güç insan gücü değildi; çünkü hiçbir yasaya, hiçbir hükümete boyun eğmiyor­du; çünkü çok daha yüce, hayatımızın gülünçlüğünün dışın­da kalabilmiş bir bağlamın teminatıydı. Bu akıl ermez, uçsuz bucaksız dünyanın bir mahluku olduğum düşüncesi, insan­ların aptal iktidarının aynı şekilde aptal yasalarına tabi oldu­ğum gerçeği karşısında tartışılmaz haklarla donatıyordu beni. [s. 18]
  • Ama Christian P. hiç de tımarhanelik birine benzemiyordu; kapıma, rüzgarın esintisiy­le gelmiş gibiydi. İki kısa saç tutamı alnının üzerinde havaya kalkmıştı; sanki her şeyi, gözleri, bedeni, nefesi, giysileri hare­ket halindeydi de kapıyı açtığım anda durmuş gibiydi. [s. 33]
  • O zamana kadar sanmıştım ki, benim gibi Achim'in derdi de çalışmalarından sonuç almaktan çok, hiçbir şeyi takmadan kendi seçtiği koordinat sisteminin için­de kalmak, kendi tanrısına tapmaktı. [s. 55]
  • ….. yazdığın o paragrafı ben de yazabilirdim, gerçi senin gibi, diktatörlüğün bilediği bir öfkeyle yazamazdım tabii; ama şimdiki zamanı bile gerisinde kaldığı bir gelecek gibi gören ve kültür mağarasında onun ardından yorgun yorgun el sallayan, yaşlanmakta olan bir adamın dekadan hüznüyle yazabilirdim. [s. 59]
  • Christian P.’ye evin üst katındaki ıssız okyanus gemimden yaz­dığım mektubu şişeye koyup gecenin içine saldığımdan beri kendimi hazırladığım olası hayal kırıklıklarını şimdi yaşıyor­dum işte. [s. 61]
  • Hemen aynı gün Bookes of Songs'un birinci ve ikincisini satın aldım ve iki hafta boyun­ca John Dowland'in müziği dışında başka müzik dinlemedim ama sonunda tenimin -şarkıları sadece kulağımla değil, te­nimle de dinliyor gibiydim- müziğin bende yarattığı o hiç dinmeyen kutsal heyecandan korunmak ister gibi kendini tınılara yavaş yavaş kapattığını fark ettim. [s. 70]
  • Yine de mektuplarını öyle bir heyecanla bekler­dim ki, ….. sade­ce beklentimin yerine gelip gelmeyeceğiyle ilgiliydi, daha sonra beni heyecanlandıran tüm beklentiler için de geçerliydi bu ve Christian P.'nin mektubunu beklemenin verdiği heyecanın tek farkı, benim artık bu heyecana gülünç derecede aşina olmamdı. [s. 98]
  • Hakarete uğradıklarında kendilerini savunmuyor, yakınıyorlarmış. Yenilgiyi kabul etmek yerine, anne babaları­nı ya da öğretmenlerini suçluyorlarmış, o yüzden başarıları­na, hele hele başkalarının başarısına hiç sevinemiyorlarmış. [s. 11]
  • Belli ki Karoline güne başlamış, az önce perişan halde ağlayan ikizini bir hayalet gibi yatak odasında bırakmıştı. [s. 118]
  • ….. hiç ummadığı, doğuştan hakkı olma­yan ikinci bir hayatı yaşama fırsatını, sahip olduğu her şey­le; zekası, öğrenme isteği, güzelliği, irade gücüyle yakaladı ve dişiyle tırnağıyla sonuna kadar savundu. Ona armağan edilen bu hayatın sunduğu her şeyi sonuna kadar aldı. Çeşitli diller öğrendi, seyahat etti, sanatları, felsefe, müzik, mimariyi fethet­ti; Schadow, Angelika Kauffmann, Alois Hirth'le dost olma­nın tadını çıkardı, ….. [s. 135]
  • Evet, Christian, tanrı­sızlar böyle dua eder işte, kimileri de terapiste ya da kendine yardım gruplarına gider. Bazıları da mektup yazar. [s. 135]
  • İçki bağımlılığı, oburluk, şöh­ret hırsı, alışveriş tutkunluğu, temizlik hastalığı, kıskançlık, dedikoduculuk, haset, cimrilik, nefret, açgözlülük. Tutkular ancak yaşlılıkta en saf halleriyle ortaya çıkarlar, çünkü ancak o zaman hiçbir amaca hizmet etmek zorunda kalmazlar, onla­rı baskılayan bir engel de yoktur. [s. 139]

Comments