Taşıdıkları Şeyler / Tim O’Brien..

Be Water kafe bibliyoterapi atölyesi Ekim ayı kitabı olarak okuduğumuz Taşıdıkları Şeyler, hemen söylemeliyim ki oldukça etkileyiciydi. Oldum olası savaşla ilgili film veya kitaplardan uzak durmayı tercih etsem de bu kitap yeni seçkimiz olarak belirlenince elime aldım ve her zamanki gibi Funda Hanım'ın seçtiklerinin mutlaka farklı ve güzel bir tarafı vardır diye emindim. (Zira kendisi de, geçtiğimiz ay Vietnam savaşına Vietnamlı çocuk ve gençlerin gözünden ele alan bir kitabı irdelemişken, hazır bir sonraki ayda da bu sefer Amerikalı çocuk ve gençlerin bakış açısıyla ilgili savaşı değerlendirmenin yerinde olacağını ifade etmişti. Ki şu an itibari ile şahane bir karar olduğu çok açık.) Nitekim beklentimi fazlasıyla karşıladı. 

Muhtemelen bugüne kadar okuduğum savaşla ilgili kitaplar arasında en harikası olarak şimdiden yerini aldı. Öyle içinize dokunan bir anlatıma ve kurguya sahip ki ne desem hakkıyla aktaramazmışım gibi hissediyorum. Her bölümü hiç düşünmediğim bir şekilde farklı farklı olayları, farklı farklı perspektiflerden ele alan bir eser olmasının ötesinde; finali de, olabilecek bence en vurucu şekilde yapıyor. Çok etkileyiciydi. Hiç öyle bir son beklemiyordum. Bu da yazarın ne kadar yaratıcı olduğunun çok net bir kanıtıydı kanımca. 

Savaş hikâyelerini, askerlik anılarını okumaktan hoşlanıyorsanız belki de çoktan bu kitabı bitirmişsinizdir. Yok eğer bitirmediyseniz, her şeyi bırakıp bunu elinize almanızı öneririm. Bunun dışında da benim gibi uzak durmayı tercih edengillerden iseniz de bu kitaba mutlaka bir şans vermenizi şiddetle tavsiye ederim. Çünkü bence böyle bir kitap az rastlanır bir nitelikte muhteşem. Zaten bunu benim söylememe gerek yok, Pulitzer adaylığı pek çok ülkede pek çok ödülün de sahibi olmuş bir eser var karşımızda.

Meraklısına: Tabii ki Funda Hanım’dan öğrendiğim buluşma notlarımı şu şekilde maddeleştirdim:

  • Başkentteki yaşayan tüm yazarlar için olduğu gibi bu yazar da Washington’da yaşadığı için daha çok siyasi yazılar kaleme alıyor. 
  • Anne ve babası bağlamında kitaplarla büyüyen bir çocukla sahip olması hikaye anlatıcılığını beslemiş. 
  • Kitap 60’karda, yani Amerika’da politik uyuşukluğun bitip çiçek çocukların çıktığı bir dönemde geçiyor. 
  • Yazarın da dahil olduğu bu grup, savaş karşıtı olup bir anda kendini savaşta bulan bir kuşak olarak yer alıyor. 
  • Ki bu kuşak, babyboomer ismiyle tanımlanıyor.
  • Devrim yapacağız diye kalkıp, zihinleri de -kullandıkları uyuşturucular bağlamında tabiri caizcegüzel olduğu için süreci yönetemiyorlar ve kayıp gidiyorlar. 
  • Amerika’nın Vietnam’da başarılı olamamasına üç temel nedeni var. Bunlardan ilki coğrafyaya hakim olamamaları (bu hem oranın mevsimini hem de ormanlarını bilememeleri anlamında. Dolayısıyla öyle bir mevsimde ve öyle sık ormanlar arasında savaşma yetisine sahip olmamaları) ve ikincisi de Vietnamlıların tünel kazmadaki pratikliklerini hesaba katmamış olmaları (ki bu da onların küçük bedenleri ile bu tünellere sığıp cüsseli Amerikalıların dışarıda kalmasına sebep oluyor). Diğer bir başarısızlık sebebi ise Amerikalıların gerilla savaşını bilmemesi olarak yer alıyor.
  • Anti parantez olarak: kendi ülkemizde savaş hikayelerinin genellikle kahramanlık destanları şeklinde yer almasının sebebi; dilin ön plana çıktığı ‘mitos’, efsanelerin yeraltı ‘etos’ ve son olarak felsefenin önderliğinde gelişen ‘logos’ şeklindeki üçlü yolu takip edebilen bir geçmişe sahip olmamızdan kaynaklanıyor. Zira bizde felsefe bölümü gelişmediği için logos kısmı yetersiz kalıyor ve kahramanlık öykülerinin ötesine geçilemeyen bir edebi anlatı yer alıyor.
  • Yazarın kendisi kitabı otobiyografik bir roman olarak tanımlamıyor.
  • Zira kitap kurgusal bir karakterin otobiyografisi olarak okunabilir.
  • Öyle ki eserde Tim ve Timmy şeklinde de bir ikili esas anlatıcının yer alması durumu, kitabın gerçeklik algısını bozan pek çok noktadan bir diğeri olarak yer alıyor.
  • Ana tema: savaş 
  • Yan tema: hikâye anlatıcılığı
  • Kitapta hikâye anlatıcılığı, hikayeden daha önemli hale geliyor.
  • Amerika’da Vietnam edebiyatı diye bir tür var adeta.
  • Kitapta geçen çorap metaforu (ss. 105-106) bizlere; Amerika’nın Vietnam’daki durumunun, Amerika’nın dünyadaki varlığı çerçevesinde makro kozmos’nun mikro kozmosu olarak yer aldığının bir ifadesi oluyor.
  • Yazarın somutla başlayıp soyuta geçerek duyguları aktarması oldukça iyi.
  • Dolayısıyla karakterlerin taşıdıkları duyguları yazarın aktarışı çok iyi. 
  • Bu kapsamda kitabın en başlarında (sayfa 10) yer alan: “Taşıyor bildikleri kadar taşırlardı, fazlasını hatta, taşıdıkları şeyleri korkunç gücüne duyulan sessiz saygı dahil.” cümle, kitabın ne kadar muhteşem olduğunun habercisi olarak yer alıyor ki Funda hanımın aktardığı üzere, antik Yunan edebiyatında da benzeri cümleler ‘great openning sentence’ Şeklinde tanımlanıyormuş. Ki bunun ve İki Şehrin Hikayesi‘ndeki büyük açılış cümlesinin en iyiler arasında yer aldığını belirtti kendisi için.
  • Kaldı ki bu tarz cümleler ne kadar iyiyse o kitabın da o kadar iyi olacağının ve o kadar çok okuyucu çekeceğinin bir işareti olarak algılanıyor imiş.
  • Aynı şekilde kitabın son sayfasının (s. 216) başında yer alan cümlenin de kitabın bir özeti niteliğinde olduğunu ifade etti: “Şimdi, şu anda, ölü değilim. Fakat olduğumda, şey gibi… Bilemiyorum, kimsenin okumadığı bir kitabın içinde olmak gibi.”
  • Son olarak ise shell shock (şarapnel şoku) tanımlamasından bahsedildi. Zira bu ifade 1. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan bir terim ve post-travma sendromunu tanımlamak için yer alıyor. 


  • Savaşı genellemek barışı genellemekten farksızdır. Neredeyse her şey doğrudur. Neredeyse hiçbir şey doğru değildir. Özünde, belki, ölümün bir başka adıdır savaş, fakat her askerin size söyleyebileceği gibi -doğruyu söylüyorsa şayet- ölüme yaklaşmak beraberinde hayata yaklaşmayı da getirir. Ateşli bir çatışmayı mutlaka canlı olmanın büyük mutluluğu izler. Ağaçlar canlıdır. Otlar canlıdır, toprak canlıdır her şey canlıdır. Etrafındaki her şey canlıdır, sen de aralarındasındır ve bu canlılık içini ürpertir. Kendi yaşayan benliğine dair yoğun bir farkındalık hissedersin en hakiki benliğine dair, olmak istediğin ve sırf istem gücüyle olduğun insana dair. Kötülüğün ortasında iyi bir insan olmayı arzularsın. İyiliği arzularsın. [s. 73]
  • Adalet, nezaket ve insani uyum istersin; o güne dek istediğini bilmediğin şeyleri. Bir tür yücelik söz konusudur, bir tür tanrısallık. Tuhaftır ama, ölümün kıyısındayken her zaman olduğundan daha canlısındır. Yeniymiş, ilk kezmiş gibi, kendinin ve dünyanın en iyi yanını seversin, yitirilmiş olabilecek her şeyi. Akşam alacasında siper çukurunda oturup pembemsi bir kızıllığa kavuşan geniş nehri ve ardındaki dağları seyredersin. Ertesi sabah o nehri geçip dağlara tırmanacak ve çok kötü şeyler yapacak, hatta belki ölecek olsan bile, o nehrin üzerindeki güzelim renkleri incelerken bulursun kendini, güneşin batışı karşısında huşu duyarsın. Dünyanın aslına ve olması gerekene dair buruk bir sevgi kaplar içini, fakat o anda öyle değildir. [s. 74]
  • Buraya temiz gelirsin ve kirlenirsin, ondan sonra hiçbir şey asla eskisi gibi olmaz. Derece meselesidir. Kimi bir şekilde benliğini korur, kimi darmadağın olur. Anlaşılan o ki, Vietnam Mary Anne için güçlü bir uyuşturucu gibiydi; iğne damara girdiğinde ve şeyleri tehlikeye attığını idrak ettiğinde hissettiğin o adı konamayan korku ve haz karışımı. Endorfin ve adrenalin yükselir; soğuğunu tutar ve ay ışığıyla aydınlanmış arazide sürünmeye başlarsın. Tehlikeyle içli dışlı olursun. Uzak yanınla temas kurarsın bu başka bir yarımküredir sanki; kendini bırakıp yolculuğun seni götüreceği yere gitmek ve içindeki bütün olanakları buyur etmek istersin. Kötü değil, demişti. Vietnam karanlıkta parlamasına neden olmuştu. Daha fazlasını istiyordu, kendi gizeminin daha derinine inmek. Ve bir süre sonra istek gereksinime, ardından özleme dönüştü. [s. 103]
  • Şikayet etmiyordum. Fakat, tuhaf bir biçimde, arazideki gerçek savaş macerasını, hatta tehlikeyi özlüyordum. Bunu hiç hissetmemiş birine izah etmeye çalışmak kolay değil, ancak ölümün ve tehlikenin varlığında insanı bütünüyle farkında kılan bir şey mevcuttu. [s. 170]
  • Korktuğunda gerçekten korkarsın; o güne dek görmediğin şeyleri görür, dünyaya dikkat edersin. Yakın arkadaşlıklar kurarsın. Bir kabileye dahil olur ve onlarla aynı kanı paylaşırsın birlikte verirsin, birlikte alırsın. Öte yandan iki kez vurulmuştum zaten; batıl itikatlar geliştirmiştim; dostum Kiowa'nın bir zamanlar İsa'ya, ya da Mitchell Sanders'in erdemin gücüne inandığı gibi ben de olasılıklara inanıyordum. Benim savaşımın bittiğini düşünüyordum. Kıçımdaki dinmek bilmeyen ağrıyı saymazsak her şey yolundaydı. [s. 171]

Comments