Whereabouts / Jhumpa Lahiri..

Türkçesi: Olduğum Yer

[Hem de Eren Yücesan Cendey çevirisiyle] 

İtalyanca orijinali: Dove Mi Trovo

Kent Kabilesi’nin online bibliyoterapi atölyesinin Kasım kitabı. 

  • Nasıl oluyorsa oluyor ve böylesi sade bir gündelik yaşam (ancak ilerledikçe katman katman derinleşen) o naifliği hep koruyarak bu kadar etkileyici anlatılabiliyor?
  • Yazar hâihazırda Pulitzer sahibi ve kelimeleri muhteşem kullanıyor. Her bir bölümü ayrı bir ‘kazma’ çalışması! ve dolayısıyla kitap, tam bir bibliyoterapi öznesi. 

İnanın nereden başlayacağımı bilmiyorum ancak önce söylemem gereken bir şey varsa o da inanılmaz beğendiğim ve çok etkilendiğim bir eser olduğu. Ancak nasıl böyle naif ve sade bir kitaptan bu kadar etkilendiğimi ve beğendiğimi inanın ben de anlayabilmiş değilim, o yüzden de neyi nasıl söyleyeceğimi tam çıkaramamakla birlikte aklıma gelenleri sıralamaya başlıyorum desem yeridir.

Bir kere kitap (genel olarak temelde ya da belki daha doğru bir ifadeyle iskeleti bazında zaten öyle olmakla birlikte) başlangıcında çok daha belirgin bir şekilde, kırklı yaşlarında kendi başına yaşayan bir kadının hayatına dair detayları tabiri caizse bizlere yumuşak yumuşak anlatmasıyla başlıyor. Dediğim gibi aslında sonrasında da bu minvalde ilerlese de işin içine adım adım bu sefer kendisinin kendi hayatına dair gözlemlerini ve analizlerini katarak her bölümde katmanlarını derinleştirmesi şeklinde ilerliyor. Ve bu tadından yenmez bir hal oluyor. 

Öyle ki kendi adıma aynı başlangıçta yaptığı gibi sade bir şekilde gündelik hayatı anlatmaya devam etse de sonuna kadar okurdum. Zira kitabı çok beğendiğime daha o kısımlarda kanaat getirmiştim. Ve işte zaten tam bu noktada dönüp yazarı araştırmaya başladım. Çünkü bu kadar kısa bir kitap ve adım adım sadece kadının gün içerisinde yaptıklarını, ettiklerini anlatıyor ve ben hiçbir detayı kaçırmadan okuyor, sayfaları atlayarak ilerleme ihtiyacını hiç hissetmiyorum. Her bir gündelik yaşam detayını içe içe okuyup duruyorum sayfalarda ilerlerken. İşte bu beni çok şaşırttı yazım tekniği açısından ve yazara büyük bir hayranlık duydum.

Dönüp kendisini araştırdığımda da hâihazırda Pulitzer ve birçok başka ödülün sahibi müthiş bir yazar olduğunu gördüm. Dolayısıyla naçizane bir okur olarak tüm başarıyı sonuna kadar hak ettiğine doyasıya inandım.

Öykünün gündelik yaşamdan çıkıp adeta bir terapi gibi tespitlere başlaması ile birlikte de çok net ve çok şahane bir şekilde muhteşem bir bibliyoterapi öznesi  olduğunu sevinçle gördüm. Ve bu paralelde de ikinci kez kadına bir kez daha hayranlık duydum ki böylesi derinlikli ve yoğun konuları, böylesine naif ve vurucu bir şekilde aktarması noktasında. Dolayısıyla yaratıcı kelimelerin, cümlelerin mi altını çizeyim, yoksa kendimde bulduğum tespitlerle dolu paragrafları mı işaretleyeyim bilemedim kitap boyunca. 

Özetle kendi ile meşgul, kendini anlama ve iyileştirme gayretinde olan biriyseniz, hele ki bir kadınsanız (ki baş karakterimiz için geçerli olduğu gibi bizlerin de kırklı yaşlarında benzeri bir süreçten geçtiğimiz düşünüldüğünde) şiddetle tavsiye ederim. Zira şahane bir içsel dönüşüm ve (bir anlamda özgün bir kurgusal örnek olay olarak) bir Kurtlarla Koşan Kadınlar hikâyesi okumak için Bulunduğum Yer kitabı müthiş bir seçim.

Meraklısına 1: Aşağıda bazılarını alıntıladığım en beğendiğim ifadelerin dışında, ‘At The Ticket Counter’ başlıklı bölüme, komple aşık olduğumu da not düşmek isterim. [p. 56]

Ve ‘At The Cash Register’ adlı [p. 71] bölümünde, tam bir bolluk-bereket ve para konusundaki çocukluk anılarına inen kazma örneği olduğunu, tam da yeniden Sanatçının Yolu’nda bu konuyla ilgili 6. haftada okumak, muhteşem bir eş zamanlılık oldu. 

Anne konusundaki blokajlara dair kazma ise çok etkileyici bir şekilde ‘At My Mother’s’ [p. 120] bölümünde vuruyor, kalpten.

Ve tabii yazarın da, ‘At The Stationery’s’ [p. 106] diye ayrı bir bölüm yazacak kadar ben ve bizim gibi kırtasiye manyağı olması şahaneydi. :)

Meraklısına 2: Tabii ki sevgili Funda Sakalıoğlu'nun toplantıda aktardıklarından aldığım notları şöyle maddeleştirdim:

  • Kitap boyunca baskın duygu anksiyete edeyim ki anksiyete duygusal yaralanmalardan sebeptir.
  • Baş karakterin yaşamaya çalışmasını okuyoruz ve fakat tüm kitap boyunca o canlılığı hissetmiyoruz. 
  • Vücudunda anksiyetenin yanı sıra korku da bir duygu olarak var. Ancak korku doğrudan bir kaynağa bağlı olan bir duygu. Vücut bir tepki üretir ona karşı.
  • Kahramanda Yer alan diğer bir duygu ise endişedir. O da hafif ve makul korku olarak geçer. 
  • Kişide sürekli bir memnuniyetsizlik ve mutsuzluk hali söz konusu. 
  • Sürekli deneyimsel davranıyor, deneyimsel yaşıyor. Zira hissetmek istiyor. 
  • Sıkışmışlık psikolojisi merkezdeki davranış olarak yer alıyor. Ve bu babaya öfkesini gösteriyor bize. 
  • Anneyle durumu da çok içselleştirilmemiş. 
  • Deneyimlerimizi anlatma becerisi onları deneyimlemek durumunuzu etkiler. Anksiyete kendini görmezden gelmenin bir sonucu. 
  • Anksiyete aslında bir uyarı sistemi. Bir sen varsın burada diyor. Sen de bir eksiklik yok aslında. 
  • Kahramanın anksiyetesi epizotlar halinde ortaya çıkıyor. Kendi olmadığı anlarda tetikleniyor. 
  • Yazar aslında bir Hintli ancak biz kitabı Batılı bakış açısından okumaya çalışıyoruz. 
  • Bu noktada içinden çıktığı kültürü bir inkar etme durumunuz söz konusu olduğu söylenebilir. 
  • Kişi 0-6 yaş arasında duygu regülasyonu ayarlayamamış. Kaldı ki babasının da pasif agresif bir tavır içerisinde olduğunu görüyoruz. Bu durumlar da 0-6 yaş arasında kendi benliğimizin onaylanmamasına sebep oluyor. 
  • Dolayısıyla sonrasında kişi çok tembelim diyor. Motivasyonum yok oluyor. Yeterince iyi değilim, bende bir sorun var diyor. Kişi kendini hep sorgulayıp kendisinde bir eksiklik buluyor. 
  • Ayrıca karakterin bir aidiyet sorunu var. Zira aidiyet özgün, kusurlu benliğimizi koruyup sunduğumuzda gerçekleşiyor. 
  • “Aidiyet duygumuz asla kendimizi kabul etme seviyemizden daha yüksek olamaz.”
  • Eğer kendimizi kabul etmezsek aidiyet hissine kapılamıyoruz. 
  • Öyle ki kendini kabul etme aslında bir devrim. Kusurlarımızda hep bir hediye vardır diye düşünmek daha iyi. 
  • Kusurlarımızın da ikincil kazanım olarak bilinç altı ödülleri oluyor. Yani utanarak değil, kendimizi kabul ederek adım atmak hediyelerini veriyor.
  • Kadında müthiş bir eylemsizlik var. 
  • Çocukluktan çıkamadığımızda eylemsizlik başlıyor. 
  • Eylemsiz kalmanın dört ödülü vardır: 
  • -rahatlık, huzur
  • -bağları desteklemesi (anksiyeteyi paylaşıp anneyle bağlanıyor)
  • > bağlanma probleminin olmasının işareti, evli erkekle olması (ona bir şey hissettiğinden değil, deneysel bulup kendini görmeyle bir sorunu var o yüzden.)
  • -duygulardan korur (rahatsız edici, korkutucu duygulardan korur). Oysa olumsuz bir duygu yoktur. Onlarla başa çıkmanın bir yolu da işte bu eylemsizliktir.
  • ! Kaldı ki ancak onlarla yüzleşmeye hazır olduğumuzda bir şeyleri değiştirebiliriz. Koruma mekanizması yoksa anksiyete, depresyon, panik atak vd’ne yol açıp karşına çıkıyor, o yüzleşmek istenmeyen duygular.
  • -sorunlara işaret ediyor (buradaki gibi sıkışıp kalma)
  • Zira kadın da depresyonda olduğu için duygularını tüm kitap boyunca hiç hissedemiyoruz. Beynimizi bu şekilde korumaya alıyoruz ve böylece zarar görmüyor ancak duygularımız hep orada duruyor, kalmaya devam ediyor.

  • “Bunun yerine, ona apartmanımın balkonundan bahsederdim, güneş parlıyor ve ben kahvaltı yapıyorum. Anlatırdım ona, dışarıda oturmayı ne kadar çok sevdiğimi ve elimde sıcak bir kalemle birkaç cümle yazmayı.” [ss. 37-38]
  • “Instead I would tell her about the balcony off my apartment when the sun is shining and I’m having breakfast. And I would tell her how much I like to sit outside, pick up a warm pen in my hand, and write down a sentence or two.” [pp. 37-38]
  • “Kadınların çıplak ve ıslak halde bir araya geldiği bu nemli, paslı yerde; birbirlerine göğüslerinin yanındaki yara izlerini, bacaklarındaki morlukları, sırtlarındaki kusurları gösterdikleri yerde, hepsi talihsizliklerden bahseder. Kocalardan, çocuklardan, yaşlanan ebeveynlerden şikayet ederler. Suçluluk hissetmeden bir şeyler itiraf ederler.
  • Bu kayıpları, bu trajedileri gözlemledikçe; havuzdaki suyun aslında o kadar da temiz olmadığı aklıma geliyor. Acıdan, kederden kokuyor. Kirlenmiş. Ve oradan çıktıktan sonra belirsiz bir endişe duygusuyla doluyorum. Tüm o acı, ara ara kulaklarıma dolan su gibi bir anda dışarıya sızıp gitmiyor. Ruhuma nüfuz ediyor, vücudumun her köşesine yerleşiyor.” [s. 44]
  • “In this humid, rusty place where women congregate, naked and wet, where they show each other the scars beside their breasts and on their bellies, the bruises on their thighs, the imperfections on their backs, they all talk about misfortune. They complain about husbands, children, aging parents. They confess things without feeling guilty.
  • As I take in these losses, these tragedies, it occurs to me that the water in the pool isn’t so clear after all. It reeks of grief, of heartache. It’s contaminated. And after I get out I’m saturated by a vague sense of dread. All that suffering doesn’t leak out like the water that travels into my ear now and then. It burrows into my soul, it wedges itself into every nook of my body.” [p. 44]
  • “Ağustos'ta mahallem seyrekleşir: tamamen kendini kapatmadan önceki zamanlarında göz alıcı güzellikteki yaşlı bir kadın misali eriyip gidiyor.” [s. 66]
  • “In August my neighborhood thins out: it wastes away like an old woman who was once a stunning beauty before shutting down completely.” [p. 66]
  • "Kuru bir yaz çölünde nesnelerin bu vahası, malların bu sürekli akışı, bana her şeyin yok olduğunu hatırlatırken; aynı zamanda hayatın sıradan, inatçı artığını da hatırlatıp duruyor." [s. 69]
  • “In the stark summer desert, this oasis of objects, this ongoing flow of goods, reminds me that everything vanishes, and also reminds me of the banal, stubborn residue of life.” [p. 69]
  • "Denizin üstünde hüzünlü gökyüzüne bakıyorum; denizle gökyüzünün buluştuğu bulanık ufuk çizgisine, bu karmaşanın ötesinde yatan büyük huzura. Şu anda odada, denizin görkemini hayranlıkla izleyen tek kişinin ben olduğuma şaşırıyorum." [s. 86]
  • “I look at the moody sky above the sea, the blurry horizon where sea and sky meet, the great peace that lies beyond this confusion. I’m struck that I’m the only one in the room admiring the sea’s splendor at this moment.” [p. 86]
  • "Çantamı hazırlar ve merkez istasyonundan bir trene atlarım. Büyük panoda yazılı olan tüm gidebileceğiniz destinasyonlara bakıp düşünürüm, hâlâ ziyaret edebileceğim tüm yerleri düşünürüm ve bir kişinin kendi yolunun, ne kadar da keyfi bir isteyette olduğunu düşünürüm." [s. 93]
  • “I pack a bag and catch a train from the central station. I stare up at all the destinations one might go, listed on the big board, and I think of all the places I might still visit, and how arbitrary one’s own path is.” [p. 93]
  • "Yalnızlık, zamanın kesin bir değerlendirmesini gerektirir, bunu her zaman anlamışımdır. Bu, cüzdanınızdaki para gibidir: öldürmeniz gereken zamanı bilmelisiniz, akşam yemeğinden önce harcamanız gereken zamanı, yatmadan önce ne kadar zamanınız kaldığını bilmelisiniz. Ancak zaman, tam burada farklı görünüyor. Yürüyüşüm bir saat sürdü, ama bana çok daha uzun hissettirdi." [s. 94]
  • “Solitude demands a precise assessment of time, I’ve always understood this. It’s like the money in your wallet: you have to know how much time you need to kill, how much to spend before dinner, what’s left over before going to bed. But time seems different here. My walk took an hour, but to me it felt much longer.” [p. 94]
  • "Özellikle bir şeye ihtiyacım olmasa bile vitrinin önünde durup her zaman neşeli görünen teşhirleri hayranlıkla izlerim: sırt çantaları, makaslar, raptiyeler, yapıştırıcılar, Scotch bantlar ve çizgili, çizgisiz yığınlarca küçük defter. Onların hepsini sepetime doldurmayı isterim, hatta misafirperver olmayan o muhasebe defterini bile. Çizim yapamasam da, kalın krem rengi kağıtlara sahip el yapımı ciltli defterlerden birini de isterim." [s. 106]
  • “Even when I don’t need anything in particular I stop in front of the window to admire the display, which always appears so festive, decked with backpacks, scissors, tacks, glue, Scotch tape, and piles of little notebooks, with and without lines on their pages. I’d like to fill them all up, even that unwelcoming accounts ledger. Even though I can’t draw, I’d like one of those sketchbooks, hand bound, with thick cream-colored paper.” [p. 106]
  • "Baba göz kulak olur dolabın içindeki dolma kalemlere, sanki değerli mücevherlermiş gibi, sıralanmış mürekkep şişelerine de sanki pahalı parfümler gibi." [ss. 106-107]
  • “The father oversees the fountain pens stored in a glass case, as if they were precious jewels, bottles of ink lined up like costly as if they were precious jewels, bottles of ink lined up like costly perfumes.” [pp. 106-107]
  • "Bu kırtasiye dükkanı yıllardır benim uğrak yerlerimden biri oldu. Genç bir kızken okul için gerekenleri almak için giderdim, sonra kolej için, şimdi de öğretim için. Her alışveriş, ne kadar sıradan olursa olsun, beni mutlu ediyor. Her bir eşya bir şekilde hayatımı doğruluyor." [s. 107]
  • “This stationery store has been one of my haunts for years. When I was a young girl I’d go there to get what I needed for school, then for college, and now for teaching. Every purchase, however mundane, makes me happy. Each item validates my life somehow.” [p. 107]
  • "Ne kadar hayal kırıklığına uğrasam da, sevgili kırtasiye dükkanımın artık var olmamasına şaşırmıyorum. Kiralar burada gökyüzüne ulaşmış olmalı, üstelik, sonunda kim defter alıyor? Öğrencilerim neredeyse el yazısıyla yazamıyor, hayat hakkında bilgi edinmek ve dünyayı keşfetmek için düğmelere basıyorlar. Düşünceleri ekranlarda ortaya çıkıyor ve maddesi olmayan, alan sıkıntısı olmayan bulutların içinde yaşamaya başlıyorlar." [ss. 108-109]
  • “As disappointed as I am, I’m not surprised that my beloved stationery store no longer exists, the rents must be sky-high around here, and furthermore, who buys notebooks in the end? My students can barely write by hand, they press buttons to learn about life and explore the world. Their thoughts emerge on screens and dwell inside clouds that have no substance, no shortage of space.” [pp. 108-109]
  • “Diğer yandan, her sabah böyle başlamak dayanılmaz olurdu. Hem enerji dolu hem de o enerjiden mahrumum ve kitaplarımdan birinde altı çizili bir büyük yazarın sözlerini hatırlıyorum: 
  • ‘Bir an sonra, korku dolu bir şekilde büyük alevden gölgelere kaçarım: Alevin beni yakacağından korkuyorum, beni ele geçireceğini ve beni bu dünyadaki daha da anlamsız bir varlığa, bir solucan veya bir bitkiye dönüştüreceğini... Kafam karışık, her şey anlamsız görünüyor, hayatın kendisi son derece basit gibi geliyor, artık kimse beni düşünmüyorsa umurumda değil, neredeyse kimsenin bana yazmıyor olması umurumda değil.’
  • Benzer bir tükenmişlik hissiyle aşağı iniyorum ve başka bir gün başlarken bu satırları yazıyorum.” [s. 111]
  • “On the other hand, I couldn’t bear beginning each morning like this. I’m both ablaze with energy and sapped of it, and I remember the words of a great writer underlined in one of my books: 
  • ‘I flee, after a moment, terrified, from the great flame to the shadows: I fear the flame will consume me, that it will seize me and reduce me to an element even less significant on this earth, a worm or a plant…I can’t think straight, everything seems futile, life itself seems extremely simple, I don’t care if nobody thinks of me anymore, if hardly anyone writes to me.’ 
  • Feeling similarly depleted, I return downstairs and write these lines as another day begins.” [p. 111]
  • *“Bu sayfadaki alıntı, Corrado Alvaro'nun Il mare (Deniz) adlı eserindendir:
  • 'Biraz sonra, gölgeden büyük alevin içine korkuyla kaçarım: Beni tüketmesi gerektiği hissi var, beni alması ve beni bu topraktan daha küçük bir parçaya, bir solucan veya bir bitki haline getirmesi gerekiyor gibi... Hiçbir şey düşünemiyorum, her şey gereksiz geliyor bana, hayat bana son derece kolay görünüyor, kimse artık benimle ilgilenmiyormuş gibi umurumda değil, neredeyse kimse bana yazmıyormuş gibi umurumda değil.'"
  • *“The quotation on this page comes from Il mare (The sea) by Corrado Alvaro:
  • Io, dopo un poco, fuggo interrorito all’ombra dalla grande fiamma: mi sembra debba consumarmi, che mi prenda e mi riduca un elemento ancor più piccolo di questa terra, un verme o una pianta…Non riesco a pensare a nulla, tutto mi sembra inutile, la vita mi appare d’una facilità estrema, non m’importa se di me non si occupa più nessuno, se quasi più nessuno mi scrive.” [p. 140]
  • "Belki başka biri şu anda giyiyordur onu, ya da belki bir yerlerde satılıyordur, uzak bir yerde, belki de sen gittiğin yerde. Artık benim değil, ama hâlâ bir yerlerde, demek istediğim bu." [s. 124]
  • “Someone else is probably wearing it, or maybe it’s for sale somewhere, in some far-off place, maybe the place you’re going to. It’s not mine anymore, but it’s still somewhere, that’s what I’m trying to say.” [p. 124]
  • “Sadece arkası görülen ikizim bana bir şey açıklıyor: Ben benim ve aynı zamanda başkasıyım, gidiyorum ve aynı zamanda kalıyorum. Bu farkındalık, hemen anında melankolimi sarsıyor, sanki dalları karıştıran bir rüzgar akımı, ağacın yapraklarını rahatsız eden bir esinti gibi." [ss. 133-134]
  • “My double, seen from behind, explains something to me: that I’m me and also someone else, that I’m leaving and also staying. This realization momentarily jostles my melancholy, like a current that stirs the branches, that discomfits the leaves of a tree.” [pp. 133-134]
  • "Piazza'ya doğru koşuyorum ve onu dondurma dükkanında, eczanede, kuru temizleyicide arıyorum. Bütün meydanı dolaşıyorum, sanki o sabah aldığım gazete gibi, hâlâ katlanmamış, sayfaları hâlâ düz ve temiz, yanlışlıkla kasada kahvemi öderken kasiyerinde yanında bırakılmış gibi. Hep bu şekilde dikkatim dağıtabiliyor benim. Ancak her seferinde de gazetemi yeniden bulurum, ilgili dükkan sahibi onu benim için ayırır. Ve fakat şimdi onu kaybettim, çoktan gitmiş." [s. 134]
  • “I run toward the piazza and look for her in the gelato shop, in the pharmacy, at the dry cleaner. I make a round of the whole piazza, searching for her, as if she were the morning paper I’d just bought at the newsstand, still to unfold, the sheets still smooth and clean, left mistakenly by the cash register while I was paying for my coffee at the bar. I can get distracted that way. I always end up finding the newspaper again, the store owner in question always sets it aside for me. But I’ve lost her, she’s gone.” [p. 134]
  • "Çünkü sonuçta ne söylenirse söylensin, mekanın önemi yoktur: alan, duvarlar, ışık. Açık bir mavi gökyüzü altında olmam veya yağmura yakalanmam veya yazın berrak denizde yüzmüş olmam fark etmez. Bir trenle seyahat ediyor olabilirim veya arabayla yolculuk yapıyor olabilirim veya havada bir sürü su anemsi gibi her tarafa yayılan bulutlar arasında uçuyor olabilirim." [s. 135]
  • “Because when all is said and done the setting doesn’t matter: the space, the walls, the light. It makes no difference whether I’m under a clear blue sky or caught in the rain or swimming in the transparent sea in summer. I could be riding a train or traveling by a car or flying in a plane, among the clouds that drift and spread on all sides like a mass of jellyfish in the air.” [p. 135]
  • "Portagioie, mücevher kutusu anlamına gelen İtalyanca bir ifade olarak iki anlama sahip çok yönlü bir kelimeler bileşiğidir. Gioia (çoğul hali gioie), hem 'sevinç' hem de 'mücevher' anlamına gelir. Porta ise Latince portāre fiilinden türemiş olarak; içinde tutma, getirme, taşıma ve nakletme eylemleriyle ilgili olan kelimeler kümesine aittir; bu da sırasıyla 'kapı', 'geçit' ve 'liman' terimlerine yol açar. Dolayısıyla Portagioie, İtalyanca'da sadece bir mücevher kutusu olarak değil, aynı zamanda bir sevinç kabı, bir sevinç kapısı veya geçidi, sevinç getiren bir şey olarak da yorumlanabilir." [s. 140]
  • “Portagioie, the Italian word for jewelry box, is a compound of two polyvalent words. Gioia (pl. gioie) means both “joy” and “jewel.” Porta, meanwhile, derives from the Latin verb portāre, and belongs to a constellation of words pertaining to acts of bearing, bringing, carrying, and transporting, which in turn give rise to terms for “door,” “gate,” and “port.” Portagioie, therefore, could also be interpreted, in Italian, not only as a box of jewels, but a container of joy, a doorway or gateway to joy, something that brings joy.” [p. 140]


Comments