Çılgın Gibi / Suat Derviş..

  • Muga Mag kitap kulübü Kasım ayı seçkisi.  
  • Önsözünde de ifade olduğu üzere bir nev-i Madam Bovary öyküsü var karşımızda. 
  • Temel olarak aslında beğendim. Akıcıydı. Sürükleyiciydi. 
  • ‘Çılgın’ kelimesinin, kitaba adını vermeyi hak edecek! kadar çooook kullanılması ise bir yerde rahatsız etti. 
  • Erkek karakterimiz tabii ki tipik bir Behlül idi ve çok sinir bozucuydu. Okurken ister istemez sürekli içimden, kızın farklı davranışlarda bulunması için ona telkinde bulundum durdum. Adamı da yine ister istemez kafamdan psikolojik tahlillere soktum çıkardım :-)

Bir de şöyle bir durum söz konusu oldu. Sanatçının Yolu okuma yoksunluğu haftamdan sonra, geç kalmış edasıyla kitaba yeniden döndüğümde yoğunlaşarak bitirdiğim günün tam ertesinde, o gün gösterime giren Bihter filmini seyrettim. Zira zaten kitabı okurken aklımda sürekli Aşk-ı Memnu hikâyesi vardı. Ancak arka arkaya bunları okumak-seyretmek aralarındaki paralellikleri çok daha belirgin olarak görmeme vesile oldu. Ve fakat diğer taraftan, Bihter filminin sıkıştırılmış bir Aşk-ı Memnu hikâyesi olması ve kitabın da üç yüzü aşkın sayfayla yine bir Aşk-ı Memnu hikâyesi olarak vuku bulması sonucunda inanılmaz yoğun bir Aşk-ı Memnu zehirlenmesine maruz kaldığımı söyleyebilirim. İkisi açıkçası çok fazla geldi. Belki kitaba çok sıcak bakmamamın ve beğenmememin bir sebebi de bu yoğunlaştırılmış durum oldu. O yüzden yorumumu bu şekilde de değerlendirebilirsiniz. 

Son kertede ise yazarın daha önce bir kitabını okumadığım için benim için enteresan bir giriş kitabı olduğunu söyleyebilir ve söz konusu yoğunluktan kaynaklı bir süre ara vererek başka bir kitabını okuyabilirim diye düşündüğü ekleyebilirim. Çünkü hâlihazırda benzer dünya klasiklerini severim. O yüzden Madam Bovary hikâyelerini Türk versiyonu üzerinden, hele ki bir kadın yazarımız kaleminden okumak kendi adıma iyi bir deneyim oldu.

  • "Sahi nem var benim kuzum?" Nesi vardı! . . Niçin yüzün de ıstırap ifadesi ve niçin gözlerinde saadet ateşi vardı ve niçin içinde bütün şuurunun üzüntü ve isyanlarını boğan bir huzur ummanı... Öyle bir umman ki, yavaş yavaş kabarıyor, coşuyor, bütün varlığını sarıyordu. [s. 29]
  • Eskiden çok muntazam olan bahçesinde şimdi baharları ve yazları güller, hanımelleri, akasya ve leylak ağaçları birbirleriyle rekabet eden bir cömertlikle birbirine katılarak çiçek açardı.
  • Sokağın öte tarafındaki bütün sırtı kaplayan koru şimdi balta girmemiş bir ormanın küçük bir numunesiydi.
  • İşte bu dekor, Celile'nin akransız çocukluğunun dekoruydu. O, bu hava içinde dünyayı görmeye ve gördüğünü anla maya başlamıştı. [s. 32]
  • Ve Celile sessiz bir kedi gibi yalının dört bir tarafında dolaşıyordu. Bu gezinti ve teftişlerinde kimse onu rahatsız etmiyordu. Yalı onun, küçücük boyunun yanında selvi ağaçları gibi yüksek taflanlı tarhları arasında nefes nefese koştuğu bahçe onun; sarı ve beyaz güllerle bezenen, çitleri kırık yeşil boyası aşınmış kameriye onun; yolların lacivert beyaz çakıl taşları ve eski bir landonun korkunç bir hayvan leşi gibi günden güne çürüdüğü ahır. Ve bu lando onundu.
  • Her şey onundu ve o, büyük uçsuz bucaksız bir alem için de tek başına ve hayranlıklarını, heyecanlarını kimseye söylemeden, hislerini kimseyle paylaşmadan, kah bir kedi arkasın dan koşarak, kah bir karınca yuvasını seyrederek, kah yalının en metruk ve en havalandırılmamış bir köşesinin küf, rutubet ve toz kokularını taze ciğerlerine çekerek dolaşırdı.
  • Evet, bu yalı hakikaten bir cennetti. Ve bu cennet; renkli kristalden yeşil mavi, kırmızı ve sarı kapı tokmakları, salonlarının duvarlarını süsleyen Venedik aynaları, pırıl pırıl avizeleri, artık kullanılmayan büyük kapıdan yukarı kata çıkan trabzanları, kırmızı kadife kordondan çift merdivenleri, tavanlarını süsleyen yaldızlı şekilleriyle bütün sessizliği ve sessizliği içinde birdenbire çatlayan, çatırdayan eski eşyalarıyla ve bu kimsesizliğin, içinde mütemadiyen bir burgu gibi tahtalarıyla, böcekleriyle, yavaş yavaş solan yaldızlı koltuk ve kanepeleri, çürüyen atlas perdeleri ve birdenbire bir kenarda unutulmuş bir camekan içinde umulmaz renkleriyle bir bay ram günü havası yaratan nadide çeşmibülbülleri, kapalı perdelerden sızabilen ışıklar altında birer bahar bahçesine benzeyen kıymetli halılarıyla bu cennet, onun kendi ülkesiydi. [ss. 48-49]
  • O, bütün bu hayattan ayrı bir unsur gibiydi. Ekseriya hayatın kenarında duruyor, içine katılmıyordu; eğer içine katılacak olsa, tıpkı büyük deniz içinde ve onun akıntılarına göre akıp giden bir dal parçası gibi oluyordu, muhalefeti yoktu. Suların akışına tabiydi. Fakat bir umman içinde her zaman bir dal parçası, her zaman kendi kalıyordu. [s. 59]
  • Celile gözlerini yumuyor ve uyku taklidi yapmak istiyordu.
  • - Celile bir tasavvur et...
  • Celile hiçbir şey tasavvur edecek halde değildi. Endişe ve ümit içinde kendi kendine, "Yarın yine beni arayacak mı?" diye soruyordu. [s. 98]
  • Fakat o, şimdiye kadar haricinde kaldığı bu hayatın içinde yabancıydı. Sanki bu dünya yüzüne bir başka seyyareden (gezegenden) düşmüş ve yahut çok eski bir devirden kalma bir mezarın kapağı açılarak oradan çıkıp hayata karışmıştı. Yaşamanın acemisiydi. [s. 125]
  • Çünkü Muhsin, onu hiçbir zaman anlamamıştı. Muhsin saya saya, hesap ede ede ve adeta, sanki hesap etmek için yaşamış olanların soyundan geliyordu. ….. Celile ise hesapsız yaşamış olanların hayatlarında hesaba en ufak bir yer vermemiş bulunanların çocuğuydu. [s. 168]
  • Tehlikenin ne olduğunu bilmediği için, tıpkı yürüyebilmek zevkini tatmin eden bir bebek şuursuzluğuyla, uzaktan gördüğü kızıllığa ulaşabilmek hevesiyle müthiş bir ateşe doğru koşuyordu. [s. 169]

Comments