Yıkılmış Kadın / Simone De Beauvoir..
Kitap kulübümüzde seneyi, kadın edebiyatının önemli yazarlarından Simone De Beauvoir’ın kitabıyla bitiriyoruz.
Benim için kitap gerçekten karanlık ve çarpıcıydı. Yalnız bu karanlık kitabın kötü olduğu veya benim onu kötü bir kitap olarak etiketlediğim anlamına gelmiyor. Kitapta kurgulanan üç farklı kadına ait öykünün, gerçekten kendi içinde inanılmaz büyük karanlıklar yaşayan kişilere ait olması idi. Bölümleri sırasıyla okudukça her birinde inanılmaz içim burkuldu ve ister istemez zihnimde doğru mu yaptı/yapmadı gibi kıyaslamalara gittim. Ve tabii ki karakterler öyle ustaca bize aktarılmış ki onlar yaşayan kadınlarmışcasına beni hüzünlendirdi.
Sonuna geldiğimde ise, her ne kadar 1940’lar ile 1960’lar arası yaşamış üç farklı Fransız kadınına ait yaşam öyküleri halinde kurgulanmış olsalar da, aslında bir anlamda paralel evrenler misali (ya da Sliding Doors filmindeki gibi) ‘öyle bir tercih yapsaydı hayatı böyle olurdu, yok hayır öyle değil de şöyle bir tercih yapsaydı da hayatı böyle olabilirdi’ şeklinde, aynı kadının farklı versiyonlarını bize sunan bir çerçevede aktarıldığını düşünmedim değil.
Sonuç itibariyle geçmişinde klasikleri okumamış olmanın eksikliğini hisseden biri olarak, yine kitap kulübümüz vesilesiyle önemli bir Fransız yazarın kitabını okumuş olmak ve toplantımızda artık kendimi çok yakın hissettiğim kulübümüzün üyesi kadınlarla tartışacak olmanın heyecanıyla Yıkılmış Kadın’ı okumaktan çok memnunum. Farklı kadın hikayelerini okumaktan hoşlanan, hele ki farklı bir kültürde yaşayan kadınların hayatlarına, onların düşünce tarzlarına ve yaşadığı ikilemlere dair bir okuma yapmak istersiniz kesinlikle göz atmanızda fayda olacağı kanısındayım.
Meraklısına: Kitaba dair kendime aldığım birkaç notu da şu şekilde maddeleştirmem mümkün.
- Öncelikle ikinci bölümün virgülsüzlüğü beni benden aldı desem yerinde olur. Olayı kavrayana ve de farklı bir öyküye geçtiğimizi anlayana kadar biraz yol kat etmedim değil.
- ‘Pötifur’ kelimesini bilmiyordum. Meğer “kuru hamurdan hazırlanan veya arasına krema doldurulan küçük pasta”; “tek lokmalık küçük Fransız pastalarına verilen isim” olarak geçiyormuş.
- ‘Halıfleks’ kelimesini sayfa 95’te görünce şöyle bi durdum ve bilip bilmediğim bir sözcük olup olmadığını anlama gayretine girdim desem! Yani kullanmışlığım sözlü dilde kulağıma gelmişliği var ancak hiç bugüne kadar yazılı olarak karşıma gelmediğini fark ettim. Ve onun yerine de yazılı değil de yolluk ifadesini kullandığını hatırladım. Çok egzantrik bir durum olduğu için de nedense buraya bir not olarak düşmek istedim :-)
- Ayrıca ‘beyaz karga’ ifadesine de bakma ihtiyacı hissettim. Şunları buldum: “Rusçada çok özel bir deyim, bir sembol. Yetenekli ve (olumlu anlamda) farklı, aykırı, benzersiz, dikkat çeken insanları tanımlamak için kullanılıyor.” “özel bir sembol, başkaları tarafından yabancılaşma ve reddedilme ile ilişkilendirilen hem benzersizliği hem de özgünlüğü ifade eder. Çoğu kişi, tuhaf ve biraz sıra dışı bir durumu belirtmek için de ‘beyaz karga’ deyimsel birimini kullanır.” “Beyaz karga çok nadir bir kuştur, bu nedenle toplumdan çok düşen insanlar ve davranışların sosyal normları da denir.” “Doğada beyaz kargalar çok adapte olmaz, ışık tüyleri nedeniyle avcılardan gizlenmeleri zordur. Başkalarının aksine. Bu, "beyaz karga" ifadesinin kökenini açıklar, bu yüzden insanlar; davranışları ve gözleri ile kalabalıktan tahsis edilen davranışlardaki olağandışı kişilere atfederler.”
- Eminim toplantımızda en çok üzerinde konuşacağımız kadın karakter olacak olan üçüncü ülkedeki kadın gerçekten ‘o la la!’ Beni gerçekten şok etti, ne yapacağımı şaşırdım, benim bile aklımı karıştırdı. Burada böyle yazınca hiçbir anlam ifade etmiyor ancak spoiler vermemek adına da bir şey diyemiyorum ama söylemeden de edemedim.
- Bu kapsamda mesela bir ev kadını olduğunu doğru düzgün anlamadım çünkü öyle farklı bir karakter olarak bize kendini yansıttı ki. Diğer yandan ise ev kadınlarına daha bir diyalogda, öyle olmasını tabiri caiz ise hiç eziklememesi de takdire şayan bir durum kanımca. Bu bağlamda da geçenlerde Sex and the City’nin yeni versiyonu olan And Just Like That dizisinde (1x4) Charlotte’ın bir yemek davetinde benzer bir konu üzerinden kendini tanımlarkenki duruşu da beni çok etkilemişti.
- Diğer yandan aynı kadının yani üçüncü öyküdeki kadın karakterin sayfa 151’de ifade ettiği üzere kızlarının ikisinin de onu olduğu haliyle kabul ettiğine ve aynı şekilde kendisinin de her ikisini olduğu haliyle kabul ettiğine dair monolog bence hiçte (son günlerin popüler tabiriyle) hayatın akışına uyan, alıştığımız ifadeler değildi. Kaldı ki kadının sonraki yaşadıkları ve haletiruhiyesini ortaya koyan gelişmeler ışığında bunun ne kadar doğru! olduğunu okumuş oluyoruz.
- Yine üçüncü öyküdeki kadının, eşinin bir gün kendisine söylemiş olduğu, kadının kendisine dair bazı düşünceleri, belli bir zaman sonra yanlış hatırladığının kocası tarafından ona iletildiği an (sayfa 198’de bize aktarılan) bağlamında şöyle bir fikir hasıl oldu bana: tüm olayları bir de eşinin ve hatta diğer kadının ağzından da dinlemenin iyi olacağı. [Çok absürt :) kaçmayacaksa, Grinin 50 Tonu üçlemesinin sonradan bir de erkeğin ağzından aktarılan üçlü bir seri ile yazılması gibi. Ki bence gerçekten çok yaratıcı bir fikir olmuştu. Evet hepsini okudum ve çok beğendim bu da bir itiraf olsun :-) ]
- Ve son olarak yine üçüncü kadın karakter :-) bağlamında ifade edecek olursam; psikolojik analizler sonrasında sayfa 201’de de ifade bulduğu üzere, çok aşıkken evlenilmemesi salık veren ünlü Beş Sevgi Dili kitabını da burada anmadan geçemeyeceğim. :) Ve bir anlamda o kitabın önerisinin doğruluğuna kanıt olarak bu kadının yaşadıklarını, kurgusal anlamda da olsa görmek ilginçti.
- Fincanları kopkoyu, sımsıcak Çin çayıyla doldurdum. Mektuplara göz gezdirirken çayımızı içtik; temmuz güneşi tüm odayı dolduruyordu. Bu küçük masada, demli mi demli, sıcak mi sıcak çay fincanlarının önünde kaç kez karşılıklı oturmuştuk acaba? Ve yarın yeniden, bir yıl sonra, on yıl sonra da... İçinde bulunduğumuz o anda bir hatıranın dinginliği ve bir vaadin neşesi vardı. Otuz yaşında mıydık, yoksa altmışımızda mı? [s. 6]
- Dünya gözlerimin önünde kendini sonsuz bir şimdide var ediyor; bana değişmezmiş gibi görünen çehrelerine alışıveriyorum. [s. 7]
- Valéry'nin dizeleri aklıma geliyor: “Her sessizlik zerresi - Olgun bir meyvenin talihidir.” [s. 10]
- Dün akşam Raspail Bulvarından yukarı çıkıyordum ve gökyüzü kızıla çalıyordu; otların mor, toprağın mavi olduğu yabancı bir gezegende yürüyormuşum gibi geldi. Ağaçlar bir neon tabelanın kırmızımsı yansımasını saklıyordu. [s. 13]
- Geçmişimi kendime anlatacak zamanım yok ama çoğu zaman, beklenmedik bir anda, onu, şimdiki zamanın derinliğinde saydam bir biçimde görüyorum; geçmiş, denizin parıltılarına vuran kayalar ya da kumlar misali şimdiki zamana rengini, ışığını veriyor. [s. 13]
- "Gençlik kendi başına değerli bir şey değil ki." "Gençlik, İtalyanların güzel mi güzel bir isim verdikleri şey: stamina. Sevmeyi ve yaratmayı sağlayan özsuyu, ateş. Bunu kaybettin mi her şeyi kaybetmişsin demektir." [s. 45]
- Dört motoruyla usulca havalandı, uzun bir hoşça kal oldu. Uçak bir elvedanın hoyratlığıyla yerden kopup yükseldi. [s. 114]
- "Abartmayalım, bana zulmettiğin falan yoktu. Hayır: Ben sadece kendi kanatlarımla uçup uçamayacağımı görmek istedim." "Artık biliyorsun." "Evet, uçabileceğimi biliyorum." "Mutlu musun?" "İşte bu senin ifadelerinden biri. Benim için bir anlamı yok." "O halde mutlu değilsin demektir." Saldırgan bir ses tonuyla: "Hayatım tam bana göre," dedi. [ss. 236-237]
Comments
Post a Comment