Momo / Michael Ende..
Momo'ya dair yazımın ilk yayınlandığı yerin; artık bir üyesi olduğum 'Kahve Kadın Kitap' adlı pek sevgili site olduğunu belirtmek isterim. Bundan böyle belli yazılarımın ilk yayın yerine sizleri de beklerim..
http://kahvekadinkitap.com/momo-michael-ende/
Momo ve onun minik dünyasındaki o büyük hikaye, hayatın öyle bir anında karşıma çıktı ki, bir kez daha, her şeyin gerçekten bir zamanı olduğunu, o zamanın da hep doğru zaman olduğunu bana gösterdi. Çünkü aslında kitabı alış tarihim, taa 2005 idi (eğer yanlış hatırlamıyorsam). Ancak nasıl olduysa o dönem aldığım diğer birkaç kitapla birlikte, o zamandan bu zamana okunmadan kalmış kitaplıkta. Mayıs ayında BiMutlu Dergi’deki tavsiye kitaplar bölümünde görünce inanamadım, aaa dedim bunun bende olması lazım, ve kısa bir kurcalamanın ardından, artık birbirine geçmiş rafların dehlizleri arasında kendisine ulaştım. Elimdeki kitabı bitirir bitirmez kendisiyle tanıştım :) İyi ki de tanışmışım. Bana denilen ‘çok tatlı bir öykü seni bekliyor’ lafını sonuna kadar hak etmiş bir şekilde de vedalaştım. Ancak bu sadece somut anlamdaki kitaba bir veda, zira asla akıldan çıkmayacak bir anlatıyla bana her daim eşlik edip kendini hatırlatacağı çok net.
Hafiften ana fikrine dokunduracak olursam.. Başta, fiziksel olarak hızlı olamadığım için; ikincil olarak da (belki de ilk nedenin sebep olduğu alışkanlığın getirisi olarak) oldum olası hızlı hareket etmeyi sevmediğim için benim içime su serpen bir öykü oldu. Karşıma çıkışın doğru zamanı dememin sebebi de, tam da acaba ben böyle yavaş olarak, sindire sindire yol alırken hata mı yapıyorum diye hafiften kendimi sorguladığım bir dönemde karşıma çıkmasıydı. Öyle ki sorgulama bağlamında ve de geçmişte hep bir iş yetiştirirken, öncesinde ödevdi-sınavdı onlara ayırmam gereken zamandan kırptığım anlarda çabuk çabuk (kendi seçtiğim) kitapları okuma, (kendi istediğim) yazıları yazma aceleciliği yaşadığım, aslında şu an çalışmam gerekiyor psikolojisiyle suçluluk duya duya okuyup yazdığım dönemlerin bilinç altımdaki kalıntıları-artıkları bağlamında yine kendimi, o hızın içinde bulmaya başlamıştım. Ara ara kendimi durdurup ‘dur kızım acele yok, yavaş yavaş’ desem de, bu seferde sorgulama sebebiyle tökezliyordum.
Oysa ki şahsen, tüm zamanların Jale mottosu olan ‘yavaş yavaş acele et’ (hatırlayan hatırlayacaktır, vakti zamanında, bir meyve suyunun da reklam sloganı olan ifade, sanırım bir Hint felsefesi) doğrultusunda hareket etmişimdir. [Hatta şöyle bir gıcıklığım da vardır (tabiri caizse); diyelim ki bir yere gidiliyor ve ben o mesafeyi normalde 10 dk.’da alırım, ancak bana hadi şu şu saatte orada olmamız lazım derlerse, dedikleri anda ayaklarım resmen (Momo’daki o sokaktaki gibi) geri geri gitmeye, adımlarım yavaşlamaya, kendimi kasmaya başlarım ve yarım saatte kan ter içinde kalarak varırım! O kadar yani, karşıyım hıza :) ]
Ve nitekim, sevgili Momo da bana bunun doğru olduğunu fısıldadı. Hem de öyle tatlı, öyle özgün, orijinal bir hikaye ile. Herkesin ancak, son dönemde özellikle ablamın okumasını çok isterim. Ancak inanıyorum ki, bırakın Momo’yu okumayı bu yazıyı dahi okuyacak zamanı yok onun! Momo bunu okusa, onu görse ne derdi kim bilir diyeceğim ama söyleyeceği o kadar net ki! Zaten kitabı bilen direkt anlamıştır.
Neyse efendim, az çok tüyo verdiğim üzere kitabımız, zaman konseptine ve onun modern (hatta şu an için postmodern) toplumlar tarafından kullanım biçimine dair öyle güzel bir eleştiri de bulunuyor ki şaşıp kalıyorsunuz. Hele ki gerçekten o zamanınızı çalan çarkın dişlilerine kendinizi kaptırmışsanız, sağdan soldan öyle tokatlar yiyorsunuz ki. Çağcıl insanın kendine gelmesi için çok güzel bir öz eleştiri sunuyor, kısacası. Tabi anlayana! Hele ki 1973 tarihli bir eser olmasına rağmen halen geçerli olması çok acı. Demek ki kimse bana mısın dememiş devam etmiş. Çok yazık..
En fenası da çocuk olgusu. Onlara dayatılan! İşin sürprizini kaçırmamak için herhangi bir şeyden bahsetmek istemiyorum ancak öyle üzücü ki onların, en basit ifadesiyle, çocukluklarının, yaratıcılıklarının, hayal güçlerinin elinden alınması.. :( Diğer yandan şehirlere dair, ifade bulan tekdüzeliğin tasviri de çok can alıcı ve çok da doğru. Zaten oldum olası hiç sevmem o bire birliği, estetikten yoksunluğu. Demek ki sene 2017, ona da tam gaz devam. Yazık. Demek seven, kanıksayan var. Çok yazık..
Sonuç olarak, aşağı da ne menen bir öykü (disütopya) olduğuna dair, sevdiğim birkaç cümlesini-ifadesini alıntıladığım Momo’yu, eğer siz de benim gibi çok geç kalanlardan değilseniz, acil okumalısınız. En azından hiçbir şey için, hiçbir ‘zaman’ geç değildir, ne de olsa. Başlarında biraz konsepti kavramak da ve dolayısıyla içine girmekte zorlanabilirsiniz. Aman diyim bırakmayın. Hem zaten neden öyle bir giriş olduğunu sonra anlıyorsunuz. Hem de sonra öyle bir kaptırıyorsunuz ki, bir anlamda ana fikrine karşıt olarak acele acele okur buluyorsunuz kendinizi, heyecanından :) Hadi bakalım siz de hazırlayın kendinizi Momo’nun kendi gibi küçük öyküsünün büyük dünyasına..
Meraklısına1: Kaplumbağamız ‘Kassiopeia’, muhteşem ötesi ismi ile benim favorimdi. En favori cümlesi ise “Yol benim içimde.” [s. 193] oldu. Zira kendini kaplumbağaya benzeten biri olarak öyle olması da çok doğaldı sanırım ;)
Meraklısına2: Ne yazık ki Momo için de geçerli olduğu üzere, kitap kapakları söz konusu olunca değişmekte zorlanan bir estetik sıkıntımız mevcut, korkarım. Ne zaman ki yabancı muadillerini gördüm inanamadım ve en beğendiklerimi de sizlerle paylaşmadan edemedim ;)
- “Zaman tasarruf edeyim derken aslında başka şeylerden tasarruf ettiğinin kimse farkında değildi. Yaşamlarının gittikçe daha zavallı, daha tekdüze ve daha soğuk geçtiğini kavramak istemiyorlardı.”
“Zaman yaşamın kendisiydi. Ve yaşamın yeri yürekti. İnsanlar zamandan tasarruf ettikçe, zaman azalıyordu.”
[s. 65]
- “Biliyorsun, onlar (Duman Adamlar) varlıklarını, insanların ömrünü tüketerek sürdürüyorlar. Fakat zaman, gerçek sahiplerinden alınınca ölüyor. Her insanın kendisine ait belli bir zamanı vardır.”
“İnsanlar onların (Duman Adamlar) oluşmasına olanak tanıdıkları için var oldular. Bu da yetmedi. Şimdi insanlar onların kendilerine hükmetmesine de olanak sağlıyorlar.”
[s. 129]
- “Nasıl gözleriniz görmeye, kulaklarınız duymaya yarıyorsa, insanın yüreği de zamanı algılamaya yarar. Kör bir insan için gökkuşağının renkleri, sağır bir insan için kuş sesleri nasıl boşunaysa, bütün bir yürekle algılanmayan zaman da öyle boşa gider, kaybolur. Ama ne yazık ki, düzgün çarpmasını bildiği halde kör ve sağır olan nice yürekler vardır.”
[s. 135]
- “Başkalarıyla paylaşılmayan zenginlikler insanı mahvediyordu.”
[s. 179]
- “Bu ne biçim bir hastalık? -Önceleri pek farkına varılmaz. Günün birinde insanın canı artık hiçbir şey yapmak istemez. Hiçbir şeyle ilgilenmez ve kurur gider. Üstelik bu isteksizlik geçici değildir, hatta giderek de artar. Günden güne, haftadan haftaya daha kötü olur. İnsan kendinden hoşlanmaz, sanki içi bomboştur ve dünyayla bağdaşamaz. Sonraları bu hisler de kalmaz ve hiçbir şey hissetmez olur. Bütün dünyaya yabancılaşmış ve hiç hiç kimse onu artık ilgilendirmez olmuştur. Ne kızgınlık duyar ne hayranlık. Ne sevmesini bilir ne de üzülmesini. Gülmeyi de ağlamayı da unutmuştur. Böyle bir insanın içi kaskatı kesilmiştir. Artık hiçbir şeyi ve hiç kimseyi sevemez. Bu durumda, artık hastanın iyileşmesine olanak yoktur. Geriye dönüş kalmamıştır. Bomboş kül rengi bir yüzle ve nefretle çevresine bakar, tıpkı duman adamlar gibi. Onlardan biri olup çıkmıştır. Hastalığın adına gelince, buna ölümcül can sıkıntısı denir.”
[s. 202]
Comments
Post a Comment