Ağaçlar / Hermann Hesse..

Be Water Kafe’de sevgili Funda Hanım moderatörlüğündeki bibliyoterapi atölyesi Aralık ayı kitabı idi. 

Adını çok uzun yıllardır duymama rağmen ne yazık ki bir türlü kısmet olup da okuyamamıştım. Ve fakat bibliyoterapi atölyemiz kapsamında elime almak çok daha mutlu etti. 

Böyle bir yazarın böyle bir kitabını, bir cümle bile olsa yorum yapmaktan inanılmaz çekiniyorum açıkçası. Tek söyleyebileceğim sadece ağaçlar üzerinden yaşama, insana ve dünyaya dair böyle damıtılmış bir sadelikte ve aynı şekilde vuruculukta, yazarın gözlemlerini ve değerlendirmesini iletebilmesi muhteşemdi. 

Herkes gibi benim için de ağaçlar var oluşlarıyla inanılmaz dersler veren ve hayranlık uyandıran varlıklar. Özellikle de ilk gördüğümden beri aklımdan çıkmayan kestane ağaçları.

Onları çizmekten de, onlara bakmaktan da, onlar üzerine bir iki kelime bir şey bile yazabilmekten ötürü büyük haz duyuyorum. Ancak yazarın ifadeleri öyle büyük ki ne desem az. Ve bu büyüklüğü 100 sayfa bile tutmayan bir eserde bize iletiyor olması muhteşem. 

Sanırım ben daha fazla bir şey ifade edemeyeceğim. Sizi toplantı notlarımızla ve alıntılarımla başbaşa bırakıyorum.

  • Ağaçlar, birey olmamızı sembolize eden önemli şeylerden biri olarak yer alıyor.
  • Almanlar pagan olduğu için ağaçlarla çok içiçe bir yaşamları var. 
  • Bizde ise şamanizm var ve bozkırlarda tek başına bulunan ağaçlar güçlü addedildiği için, ormandan ziyade tek ağaç figürü öne çıkıyor. Ancak dediğimiz gibi alman toplumunda ormanlarla planda.
  • Bir de biz de ağaçlar köklerimizi, atalarımızın sembolize ediyor.
  • Hayat ağacı, ağaçların kollektifte çıkan bir hali.
  • Eğer bireyselleşme gerçekleştiyse ve sağlıklı bir bağlanma mevcut ise kişiler ancak kötü tecrübeler yaşadıklarında dönüp ailelerine sığınıyor. O durum geçtikten sonra tekrar oradan ayrılıp kendi yaşamlarına dönüyor.
  • Hayat ağacı da işte böyle bir işlev görüyor.
  • Ve aynı zamanda hayat ağacı dünyaya köklenmemizi temsil ediyor.
  • Zira kökleri ile ölüler ile konuşabiliyor, göğe uzanan dallarıyla ile yukarı ile iletişimde bulunuyor.
  • Biz de yok ancak pagan inanışta bir ruh ve canlı bir varlık olarak görülüyor ağaçlar.
  • Yazar, küçük bir alman köyünde doğuyor & evine yakın bir kara orman var. 
  • Kara ormanlar sık & yoğun bir atmosfere sahip. Öyle ki Budistler ve yabancı turistlerin uğrak noktası bu söz konusu olan Karaorman.
  • Jung’ta da ormanlar içsel dönüşümün sembolü olarak yer alıyor. Ki yazarın yaşadığı ve bu kitabın yazıldığı dönemde Jung ve ona dair fikirlerin yeni ortaya çıktığı bir zaman söz konusu.
  • Almanya aynı zamanda romantizm akımının doğduğu yer. Ve fakat yazar aynı zamanda İngiltere’de de yaşamış. Dolayısıyla her iki kültürü de birbirine karıştıran bir yazıma sahip.
  • Romantizmde de orman sevgisi ve doğa çokça mevcut. 
  • Yazarın eserlerinde Jung psikolojisine olan ilgisini de görüyoruz. Aynı zamanda din eğitiminin yansımalarını da.
  • Kitap boyunca 2 kutupluluk olgusunu görüyoruz.
  • Jung’te en önemli şey bireyleşme ve kitap da onun ifade ettiği bu bireyleşme olgusu ile başlıyor.
  • Bu arada kitap aslında yazarın kısa kısa yazılarının sonradan bir araya getirilmesiyle ortaya çıkmış.
  • Ağaçların her bir kolu bir başka (topluluk anlamında) boyu ve yaprakları da insanları temsil ediyor.
  • Paganizmde de atalar çok önemli ve hayatın içinde yer alıyor. Öyle ki bu kapsamda ağaçlar aileyi temsil ediyor. Ağaç = aile. 
  • Dolayısıyla ağaçlarla bir arada yaşam ve onlara atfedilen önem buradan kaynaklanıyor.
  • Kişiler kendileri oldukları zaman zaten başka birisi olmak istemezler.
  • Kestane ağaçları, yaşlılık dönemine bir atıf. Öyle iki yamuk yumuklar, dikenliler. Ve bu anlamda hayatın retrospektifi olarak geri alıyorlar. Ve kitap da zaten kestane ağaçları ile başlıyor.
  • Şeftali ağaçları ise kitapta kadınların üreme evresini temsil ediyor. Öyle ki zaten şeftali ağaçları kadınların bir simgesi. Bu bağlamda şeftali de her zaman için vajinayı, şeftali çiçeği de orgazmı temsil ediyor. Kadın orgazmı dalgalı bir niteliğe sahip olduğundan şeftalinin dalgalanan rengine benzetiliyor.
  • [Kiraz da, özellikle Fransa’da yine vajinanın ve orgazmın sembolü olarak yer alıyor.]
  • Kitapta bir ağacın yıkılmasından bahsedilen bölüm, yeni bir ilişkiye başlamanın zorluğu adına bir metafor. 
  • Yazılarda geçen çiçeklerin bolluğu ile yine kadınlar sembolize ediliyor. 
  • Bu bağlamda hayatı erkek-kadın gibi hep bir kutupluluk olarak görüyor yazar. 
  • Öyle ki insan hayatını da hep uçlarda yaşayıp sonlara doğru bir dengeye geliyoruz. 
  • Kitabın temel felsefesi, ‘advaita’ olarak yer oluyor ki bu da Budizm’de de aynı şekilde yer alıyor.
  • Bunun anlamı şöyle: hayat bir yanılgıdır diyor bu felsefe. Gerçekte ne olduğunu bırakman gerek. Zevkten titremek de korkudan titremek dw aynı şey. Çünkü ikisinde de titreme var. Onların birine iyi diğerine kötü diyen biziz. O yüzden gerçekte ne olduğunu bırakmamız gerek. 
  • Meyve ağaçları hep kadına benzetiliyor. Öyle ki bir yerden sonra solup gidiyorlar, ölüyorlar. Oysa çam ağacı gibi ağaçlar hep erkeklerle özdeşleştiriliyor. Belki de bunda da ata erkinin orada da kadın-erkek ayrımı var. 
  • Guguk kuşu, penisin sembolü. Ötüşü erkekler için ilkbahar demek. 
  • Yayla tilkisi de erkekler arası rekabete bir gönderme. 
  • Ihlamur çiçekleri; gerçek, güvenli sevgi, Yol arkadaşı demek. Dolayısıyla guguk ve şeftali gidince geriye ıhlamur kalıyor.
  • Maya = hakikati, verdiği gibi saklayan saklayan renkli bir görüntü dünyası demek. Yani Brahman. 
  • Kitapta da buna dair tüm duyguları görüyoruz. 
  • Ağaçlar; gerçek benlik ile iletişimde olmayı sembolize ediyor. 
  • Bütün ağaçların ayrı bir işlevi var. 
  • Cüceden kasın makiler. Onların kimseye ihtiyacı yok. Bizler gibi yani 40’lardan sonrası gibi yolunu bulmuşlar. 
  • Bu anlamda yazar ağaçlar ile özdeşleşip onlar bize göre bunu nasıl yapıyorlar, doğa bunu nasıl sağlıyor sorusunun yanıtlarını ortaya koyuyor. 
  • Sanayileşme ile birlikte renk griye dönüyor bir anlamda. İşte romantizm oradan tekrar doğaya ve yeşile geri dönüşü temsil ediyor. 
  • Kitapta sis metaforu, pesimist bir tonda, yaşlılığı sembolize ediyor. 
  • Romantizm aslında bir başkaldırı akımı. Bu nedenle de çok önemli; önemi, bize göre nasıl olduğunu anlatmasından geliyor. Kaldı ki postmodernizmin de öncüsü. 
  • Romantizm, anaerkil doğanın annemiz gibi işlev görmesinden bahsediyor. 
  • Bizim toplumumuzda mezarlıklarda ağaç olması, ataları temsil etmesinden geliyor. Bir anlamda olarak geri dönüşü geliyorlar. 
  • Yazar, düşüncenin ihmal edildiği bir dönemde meditasyon yapıyor. Öyle ki onun için de o dönem onun zihniyetinde olanlar için de meditasyon çok önemli. Ve her zaman dışarıda, ağaçlarla bir arada yapılan bir edim.


  • Bir süre yaşadığımız her yer, ancak orayla vedalaştıktan epey sonra belleğimizde biçim kazanır ve hiç değişmeyen bir imgeye dönüşür. Orada bulunduğumuz ve her şey gözümüzün önünde olduğu sürece, tesadüfi ya da kalıcı şeylere hemen hemen aynı önemi atfederiz, gereksiz ayrıntılar ancak çok sonra silinir gider. Belleğimizde sadece hatırlamaya değer olanlar kalır; öyle olmasaydı, hayatımızın tek bir yılına bile korkmadan, gözümüz kararmadan bakamazdık! [s. 29]
  • Zaten sevincin en güzel tarafı, tesadüfi ve bedava olmasıdır; özgürdür sevinç ve Tanrının armağanıdır herkese, ıhlamur çiçeğinin esip gelen kokusu gibi. [s. 53]
  • İnsanlarla her gün bir arada yaşama alışkanlığından vazgeçtim. Yalnız yaşıyorum; ufak tefek, gündelik ilişkilerde insanların yerini giderek eşyalar aldı haliyle. Yürüyüşe çıktığım baston, sütümü içtiğim fincan, masamın üzerindeki vazo, meyve kâsesi, küllük, yeşil şapkalı ayaklı abajur, Hint işi küçük, bronz Krişna, duvardaki resimler ve en önemlisi de, küçük evimin duvarlarını kaplayan kitaplar, uyurken, uyanırken, yemek yerken, çalışırken, iyi günde, kötü günde hep yanımdalar; çok yakından tanıdığım bu simalar yurdumda ve evimde olduğuma dair o hoş yanılsama duygusunu yaratıyor bende.
  • Yakınlarım arasında başka bir sürü nesne daha var. Görmekten ve dokunmaktan, bana sessizce hizmet etmelerinden, sessiz dillerinden hoşlandığım, vazgeçilmez bulduğum şeyler bunlar ve içlerinden birinin beni terk etmesi, beni bırakıp gitmesi, eski bir kâsenin kırılması, bir vazonun yere düşmesi, bir çakının kaybolması kayıptır benim için, o zaman vedalaşmak, bir an durup onlara bir anma konuşması ithaf etmek isterim. [s. 57]
  • Küçükken de meraklıydım doğanın acayip biçimlerini seyretmeye ama gözlemcisi değildim, kendine özgü büyüsünün, girift, derin dilinin meftunuydum. (...) Zira o zamandan beri hissettiğim o canlılık ve sevinci, kendimle barışıklık duygusunu, sırf ateşi uzun uzun seyretmeme borçlu olduğumu anlamıştım. Bu bana tuhaf biçimde iyi geliyor, zenginlik katıyordu!
  • Hayatımın asıl gayesine giden yolda edindiğim bir iki tecrübeye yenisi eklenmişti: Bu tür şeyleri izlemek, kendini doğanın akıldışı, girift, tuhaf biçimlerine vermek, benliğimizin bu varlıkları yaratan iradeyle uyum içinde olduğu duygusunu uyandırır bizde; bir süre sonra onları kendi fikirlerimiz, kendi eserlerimiz gibi görme hevesine kapılırız; bizimle doğa arasındaki sınırın muğlaklaşıp ortadan kalktığını görür, retinamızdaki imgelerin dışsal izlenimlerden mi yoksa içsel izlenimlerden mi kaynakladığını bilemediğimiz bir ruh haline gireriz. Ne kadar da yaratıcı olduğumuzu, dünyanın mütemadiyen yaratılmasına ruhumuzun da daima katkıda bulunduğunu keşfetmenin bundan daha basit, daha kolay bir yolu yoktur. Esasında, hem bizde hem de doğada aynı bölünmez tanrısal varlık faaliyet gösterir, öyle ki dış dünya yıkılsaydı bile içimizden biri onu yeniden kurmaya muktedir olurdu, zira dağ ve nehir, ağaç ve yaprak, kök ve çiçek, doğadaki tüm varlıklar içimizde önceden şekillenmiştir, zira özü sonsuzluk olan, özünü bilmesek de çoğu zaman kendini bize sevme gücü ve yaratma gücü olarak hissettiren ruhtur onların kaynağı. (...) [s. 77]
  • Sonbahardaki ağacın yaprakları da böyle dökülür işte, ağaç hissetmez bunu, yağmur süzülürken gövdesinden ya da güneş ya da ayaz, içindeki hayat yavaş yavaş büzülüp kendi içine çekilir. Ölmez ağaç. Bekler. [s. 78]
  • Bu saygıdeğer ağaç Rilke gibi bir şaire, Corot gibi bir ressama layık. [s. 86]
  • Küvetimin kenarında, pencereden esip gelmiş solgun bir yaprak, adı aklıma gelmeyen bir ağacın yaprağı duruyor; ona bakıyorum, damarlarını okuyorum, karşısında ürperdiğimiz ama onsuz hiçbir güzelliğin olamayacağı o tuhaf faniliği soluyorum. …. Hayır, bu ılık sabah saatinde, kum saati ile solgun yaprak arasında, başka zamanlarda hayranlık duyabildiğim akılla ilgili bir şey bilmek istemiyorum, ben fani olmak, çocuk olmak, çiçek olmak istiyorum. [s. 91]

Comments