Madama Butterfly..
“Madam Butterfly’ın müziği bana Tanrı tarafından aktarıldı; ben sadece onu yazan ve halka ileten bir araç idim.”
∼ Giacomo Puccini
İnanılmaz ancak tam 30 yıl sonra yine bir kış günü, canım İZDOB’umun sahneye koyduğu Madama Butterfly operasını izleme şansı buldum. Aslında birkaç senedir sahneleniyordu ancak sadece Elhamra’da idi. Ve bu sene ilk kez merkezin Bornova’ya taşınması ile birlikte Necdet Aydın salonunda temsilleri başladı ve bu vesileyle, bunca yıl sonra yeniden seyredebildim.
(Bir de sağ olsun broşür arşivciliğim sayesinde gördüm ki o gün izlediğimde kadroda yer alan sanatçılar arasında olan Sayın Aydın Uştuk’un, bu seferkinde İZDOB sanat yönetmeni ve müdürü olarak yer alması ayrı bir güzellik oldu. Ve bu arada o dönemin müdürü ve genel sanat yönetmeni ise Doç. Pekin Kırgız imiş.)
Özellikle 3 perde olan bu opera eserinin (şimdiki de 3 perde ancak tek ara ile sahneleniyor) benim kişisel tarihinde çok büyük bir değeri var çünkü orta okuldaki müzik öğretmenimin bir ödevi nedeni ile gitmek zorunda olduğum bir yerdi en başta. Ancak gider gitmez önce Elhamra'nın kendisine aşık oldum, sonra da kendi adıma yeni tanıştığım biz sanat dalına adeta büyülendim.
(Ki o dönemkini sahneye koyan Prof. Cüneyt Gökçer imiş.) Kısacası opera-baleye aşkımı başlatan ilk eser Madama Butterfly'dı. O yüzden de onu yeniden seyretmek kendi adıma çok nostaljik oldu. (Bu seneki de Sayın Yiğit Günsoy tarafından sahneye konmuş.)*
# Tabii sadece benim tarihimde değil, esas opera tarihinde yeri büyük bir eser, söz konusu olan. Ki kendisi, 1941 yılında Türkiye'de ilk kez sahnelenen opera. Ayrıca da
1992’de İZDOB’un 10. yılındaki kutlama vesilesiyle İzmir’de sahnelenmiş. Yani sahneye konmasının birinci yılında görmüşüm vesselam :) (50. yılında Ankara'dan sonra, Mersin Operasının da açılışı yine bu eserle gerçekleşmiş.)
Operanın kendisi ise tamda aklımda kaldığı gibi, bir harikaydı. Tabii ki öncelikle bahsedecek olursam, kostümleri ve dekoru çok mu çok güzeldi. Hatta geçenlerde Mezzo Tv’de yabancı bir versiyonuna denk geldim ve o kadar soluk buldum ki. Kostümleri bile çok gelişigüzel, alelade ve herkesin aklına bilecek gelebilecek tarzdaydı. Aynı şekilde karakterlerin tipleri de bence hiç uyumlu değildi. Hele İZDOB versiyonunu izledikten sonra, o olmamışlık hissi, bence çok da belirgin bir şekilde hissedildi kendi andıma. Demem o ki bizimkilerin, başta tabii ki her zamanki gibi muhteşem olan kostümleri görülmeye değerdi. Zira, sahnede ne kadar kadın sanatçı varsa her birinin, ayrı ayrı tasarımı yapılmış ve ince ince detaylandırılmış giysilerinden tutun, evin dekorasyonuna ve manzaranın hayalimizde tam canlandırabileceğimiz şekilde tasarlanmasına kadar her şey bence harikuladeydi. Hatta mesela meşhur Japonya’ya özgü kiraz ağaçlarının rüzgârla yapraklarını döktüğü bir sahne var ki gerçekten de onu canlı canlı seyrediyormuşuz hissini bize öylesine güzel yansıtıyordu ki. (** Tam bu noktada, aşağıda ilgili çiçek düeti sahnesi özellinde Puccini operalarındaki atmosfere dair alıntıladığım dipnotu okumanızı şiddetle öneririm.)
Tabii ki bunda, kesinlikle tüm sanatçıların o anı yaşayarak, o anın içine girerek ve bunu da sadece vokal performansları ile değil, tüm oyunculuk yeteneklerini inanılmaz güzellikte işin içine katarak, bizlere karakterlerini yansıtmalarının etkisi vardı.
Yine örnek verecek olursam tabii ki ilk olarak, baş karakterimiz Madama Butterfly’ı canlandıran Burçin Savigne’nin 16 yaşındaki Japon bir genç kızı, olabilecek bence en muhteşem şekilde bize aktarması idi. Aynı şekilde, onun sevdiceği Amerikan subayı Pinkerton’ına hayat veren Erdem Erdoğan’ın, gerçekten de tam böyle insanı gıcık edecek bir sıfat vardır ya Amerikalılara yakıştırdığımız (şimdi burada telaffuz etmeyim :-)) onu en küçük mimiklerine değin bize iletmesi o kadar muhteşemdi ki. Ve bence evlenme kılavuzu Goro’nun (Tankut Eşber) özellikle stili ile o harikalığı öyle iyiydi ki, jestlerini ve kostüm detaylarını daha çok inceleyebilip hakkını verebilelim diye çok daha uzun bir sahneyi hakkediyordu kanımca.
Anlayacağınız üzere her bir karaktere dair performansa hayran kalmamak elde değildi. Daha fazla detaya girip sürprizleri kaçırmadan, uzun lafın kısası Madama Butterfly beni yine büyüledi, ilk seferinde izlediğim gibi. Dolayısıyla böyle etkili bir eseri izlemenin gururu ve mutluluğuyla sizin de fırsatınız olursa mutlaka bir temsilini yakalamanızı şiddetle tavsiye ederim.
* Madama Butterfly’ı eser sahibi Giacomo Puccini (librettistleri Luigi Illica ve Giuseppe Giacosa ile birlikte) gibi, 2023 İZDOB için sahneye koyan Sayın Günsoy da aşağıdaki 3 eserin detayları üzerinden kurgulamış:
+1897’de Amerika’da John Luther Long’un ‘Madame Butterfly: A Tragedy of Japan’ kısa öyküsü
+ tiyatro yazarı David Belasco’nun ilk kez 5 Mart 1900’de New York’ta oynanan ‘Yeşil Gözlü Kız’ adlı bulvar oyunu
+ yazar Pierre Loti'nin içli bir yolculuk öyküsü üstüne kurulmuş 1887 tarihli ‘Madame Chrysantheme’ (Madam Krizantem) adlı özgeçmiş romanı
➞ Kaldı ki Loti kahramanına ‘krizantem’ anlamına gelen ‘Ki-Hou-San’ adını takmıştı. Ardından Long, ilk olarak bu adı ‘Cho Cho San’ olarak değiştirdi. Sonra ise Amerikan subayı Pinkerton karakterinin konuşmalarından birinde geçen bir benzetmeden yararlanarak, aslında baş kahramanına hiç de uygun düşmeyen bir ad buldu ve subayın eşi olan esas karakterimize ‘Madam Butterfly’ ismini verdi. Böylece Puccini de bu isimden ilerlemiş oldu.
** Hem 1993 hem 2023 tarihli broşürlerinden öğrendiğim ve alıntılamak istediğim üzere; zaten Puccini için atmosfer ve özelinde ilgili ‘çiçek düeti’ sahnesi oldukça önem arz edip, üzerinde çokça çalıştığı bir durummuş. Metinden maddeleştirerek aktarmak isterim ki:
Onun operalarında doğa, karakterlerin ruh durumlarını ortaya koyar. Butterfly’da Geyşa’nın gece tapınması ve arkadan gelen ‘çiçek sahnesi’, en ince ve duygulu bir biçimde müzikte yerini bulur. Puccini için bu gibi sahneler dramatik kavramın ayrılmaz birer parçasıdırlar.
Puccini için atmosfer, karakterlerin var oldukları olay dizisi kadar dramatik dünyanın ayrılmaz bir parçasıydı. Onun için atmosfer yalnızca olay dizisini yumuşatan bir öğe değil, aynı zamanda esinlenmenin de bir kaynağı idi.
Puccini gerçek bir besteci olarak, Zola ile Flaubert’in romanlarında gözlemlediğimiz gelişmiş bir çevre bilincine sahipti. Bu da onu, gerçekliğin yanılsamasına (illüzyonunu) yaratmak için bazı operalarında, hemen hemen belgesel olan bir gerçeklik anlayışı geliştirmeye yöneltti.
Öyle ki bu eser için Japon ve Çin etnografyası ile müziği üzerine yazılmış kitapları okumuştur. Ayrıca Japonya büyükelçisinin eşi ile Japon halk şarkılarının orijinal motiflerini tartışmış, Milano’ya gelen Japon aktrislerine Butterfly’ın hareket detaylarını danışmıştı.
Puccini'nin belgesel gerçekçiliğine ve şiirle atmosferine eklenecek bir üçüncü görünüm vardır. Bu da, onun kahramanlarının müzikal portrelerini etkileyen ve her operanın kendi karakteristiğini yönlendiren, eserin sinir merkezi işlevini yüklenmiş olan işte bu atmosferdir.
Herkesin kabul ettiği gibi, onun dramatik dünyası değişmez bir eksene bağlı olarak döner durur: Aşk, trajik bir suç olarak zorunlu ve tekrarlı bir doku içinde verilir. Ancak bütün bunların üstünde, onun her operasında öyle kendine özgü bir müzikalite, iklim, hava ya da başka bir şey vardır ki, stilistik benzerliklere karşın, onun her eseri birbirinden farklıdır ve her biri özel birer kişilik kazanır.
Bunlardan biri olarak Butterfly, bir zamanlar batıya, Japonya'yı ve onun narin yapılı insanlarını çağrıştırmış olan geleneği, zarafeti, çocuksu saflığı ve alçak gönüllüğü yeniden yakalar.
O yüzden de Puccini'nin egzotizmi, onun otantik atmosferi yeğlemesiyle sağladığı anlatımın yalnızca bir parçasıdır; yalnızca dışarının renklerini getirme aracı da değildir: Bu, onun, egzotik havanın duygusal tonlarına karşı sezgiyle gelen tasarımsal yanıtında bulunan daha derin bir kaynaktan çıkar. Bu egzotizmin asıl amacı şiirsel atmosferi yaratmaktır. Zaten bunun içindir ki, onun egzotik operalarında biri olarak Madama Butterfly’da da kullandığı otantik Japon, Kuzey Amerika ve Çin melodileri bir ekleme değil, müzik dokusuna kaynaştırılmış birimlerdir.
Meraklısına: Yazının içindeki detayı yakaladıysanız anlamışsınızdır, müjdeler olsun ki artık opera-bale kitapçıklarımıza yeniden kavuştuk. Zira yeniden, yeni çıkan eserlerin tanıtım broşürü niteliğindeki kitapçığının basılacağı haberini almak çok iyi geldi. Çünkü gerçekten çok kıymetli detaylara, ancak bu yazılı materyal vesilesiyle ulaşabiliyoruz. Kaldı ki 30 yıl öncekini hâlâ saklayan biri olarak, bu yeni kitapçığın da bir o kadar içi dolu bilgiyi bize aktardığını sevinçle not etmek isterim. Emeği geçen ve bunu yeniden uygulamaya koyan herkese kucak dolusu teşekkürlerimle.
- Broşürden bahsetmişken küçük bir ekleme yapmak isterim ki, eski broşürde sahnede yer alan sanatçıların küçük birer vesikalık siyah-beyaz fotoğrafını da basılı olarak görmek bence çok önemli ve iyi bir detay. Çünkü kendimden biliyorum, bazen elimize tutuşturulan küçük kağıtlarda olası tüm sanatçıların ismi yer alıyor ve şahsen onları tanımadığım için internetten bulup ‘hangisi benim gittiğim temsilde rol almış’ diye araştırma yapmak durumunda kalıyorum ve çoğu zaman bu çok da başarılı olmuyor. O yüzden bence hem onların kendi kişisel tarihleri açısından böyle bir arşive sahip olmaları çok iyi olur, hem de biz seyirciler açısından da onları tanıma ve bizim arşivimizde de böyle önemli bilgilerin yer alabilmesi açısından çok kıymetli ve gerekli görüyorum bu durumu. Dilerim ilgililer ileriki basımlarda bunu uygularlar.
Meraklısına 2: Esere dair elimdeki iki broşürü kaynak alarak derlediğim ve oldukça önemli bulduğum notları ise yine maddeleştirerek ilgilenler olur diye yazıma eklemek istedim:
Madama Butterfly, Asya ve diğer egzotik sanatlarının Avrupa'yı etkilediği günlerde bestelenmiştir.
Puccini, Belasco'nun oyununu görür görmez diğer egzotiklerin grubuna katılmış ve tıpkı La Boheme adlı operasındaki Mimi'ye aşık olduğu gibi eserin genç kadın kahramanına aşık olmuştur.
Birçokları Butterfly'ı sıradan bir göz yaşartıcı eser olarak değerlendirebilir. Haklılık payları vardır; fakat bu göz yaşları sıcak ve içtendir. Çünkü Puccini bütün bir eser boyunca nazik ve hassas durumları büyük bir ustalıkla, inanılmaz kontrollü bir orkestra kullanarak ele almıştır. Öyle ki ikinci perde sonundaki geyşa, hizmetçi ve çocuğun son derece dokunaklı bir inançla imkansızı bekledikleri bölüm, Verdi sonrası İtalyan operasındaki en güzel bölümlerden biridir.
Butterfly genellikle otantik bir orientallik şeklinde sunulur. Her ne kadar dekor ve kostüm, orijinal Japon taklitleri gibi olsa ve sanatçılar, orijinal Japon mimik ile hareketleri üzerinden çalıştırılsa da müziği oldukça İtalyan’dır. Yani Japonya'ya ait olan sadece konu ve dekordur.
Çünkü sofistike bir Batılılık içinde bestelenen bu eser için Puccini, birkaç Japon melodisi kullanmış ve fakat bu melodileri kullanırken asla kendi özünü unutmamıştır. Zira Doğu’ya ait olarak kulağa gelen her şey, bir Batı’lının kendi özümsemesiyle ortaya çıkartılan bir Doğu’luluktur.
O yüzdendir ki Puccini, egzotik bir trajediyi, Doğu öğeleri ve motifleriyle bezeyerek Batı beğenisine sunarken; Batı sanatının en güzel yapıtlarından birini de Japon toplumuna sevdirmiştir. Romancı Pierre Loti'nin Madame Chrysantheme'i çoktan unutulup gittiği hâlde, Madam Butterfly’ın ölmezliğinin, Japon kültürünün duygulu ve duyarlı İtalyan coşkusu ile yoğrulmasından kaynaklandığını söylemek mümkündür.
Puccini'nin en küçük Geyşa'sı, hem opera hem edebiyat dünyasından atalara sahiptir.
+ Bu kapsamda opera tarafından soyu biraz daha gerilere uzanır. En eskisi Meyerbeer’in, üzerinde sekiz yıl çalışıp ölümünden birkaç gün önce bitirebildiği ve ancak ertesi yıl, 28 Nisan 1865'te Paris’te sahnelenebilen beş perdelik L'Africaine (Afrikalı Kadın) idir. Bir başkası ise Leo Delibes'in 1863'te bestelediği ve adını, eserin baş kahramanı Hint’li kızdan alıp aynı yıl yine Paris’te sahnelenen üç perdelik ilginç operası Lakme’dir.
Bu operaların kahramanları da Cio Cio San gibi (yani Madama Butterfly) Avrupalı olmayan soylardan geliyorlardı. Onlar da beyaz bir adama aşık olmuş; aşkları uğruna içinde yaşadıkları toplumların kutsal törelerine karşı çıkmış; sevdikleri erkek ülkesine dönmek için kendilerini terk ettiğinde onlar da nihayetinde intihar etmişlerdi. Birbirleriyle bağdaşmaz iki farklı kültürün çatışmasıydı sergilenmek istenen. Çeşitli benzer dolantılarla geliştirilen öteki operalarda olduğu gibi bunlarda da içten içe işlenen tema aynıydı: Beyaz adamın gücü!
Bu türden öyküler kuşkusuz o yıllarda gerçekten olmuş birtakım olaylara dayanmaktaydı. Ticaret ilişkileri ve kolonileşme hareketlerindeki gelişmeler, bir zamanların uzak ve efsanevi sayılan ülkeleri ile Avrupa uygarlığının 19. yüz yılda birbirlerine yaklaşmaları sonucunu getirmişti.
Bu bağlamda her ne kadar operanın coğrafi bakımdan Avrupa'nın bir uzantısı üzerinde yer alan Yakın Doğu'yu keşfetmesi daha erken tarihlere rastlasa da; Uzak Doğu ülkeleriyle, hele Japonya ile böylesi bir ilişki çok daha farklı boyutları içeriyordu. Öyle ki Japonya, hemen hemen iki buçuk asır kapalı tuttuğu kapılarını 1860'lardan önce Batı’ya açmamıştı. Yabancı donanmaların Japon limanlarına demirlemelerine ancak o yıllarda izin verilmeye başlandı ve bu ‘kiraz çiçekleri, krizantemler, geyşa ve samurailer’ dünyasının ilk romanını yazmak bir Fransız deniz subayına kısmet oldu ki o da Pierre Loti idi.
Loti’nin Madame Chrysantheme adını verdiği ilgili romanı, 1887'de ortaya çıkışının ardından öylesine bir ün yaptı ki, Batı edebiyatında ve operasında Japon konularının kullanılması adeta bir moda hâline geldi. Lafcadio Hearn'in romanlarının doruğunu, Puccini'nin Madama Butterfly'ında bulacak bir dizi Japon opera ve opereti izledi.
İşte böylece Uzak Doğu da, Yakın Doğu’nun yüzyıl önce geçtiği yoldan opera sahnesindeki yerini almış oldu.
+ Puccini operasındaki Cio Cio San’ın edebiyat dünyasındaki atası ise öncelikle Loti'nin ilgili roman kahramanıdır. Ancak Puccini'nin doğrudan doğruya Loti'den ya da Messager'in Loti'nin romanı üzerine kurduğu Madame Chrysantheme'den gelen genel atmosferin asıl kaynağının Belasco'nun oyunu olduğu belirtilir.
[Hatırlanacak olursa: Madama Butterfly operasını Giacomo Puccini, şu 3 eserin detayları üzerinden kurgulayıp sahneye koymuştur:
/ 1897’de Amerika’da John Luther Long’un ‘Madame Butterfly: A Tragedy of Japan’ kısa öyküsü
/ tiyatro yazarı David Belasco’nun ilk kez 5 Mart 1900’de New York’ta oynanan ‘Yeşil Gözlü Kız’ adlı bulvar oyunu
/ yazar Pierre Loti'nin içli bir yolculuk öyküsü üstüne kurulmuş 1887 tarihli ‘Madame Chrysantheme’ (Madam Krizantem) adlı özgeçmiş romanı]
Kaldı ki 1898'de Long, olay yaratan kısa magazin öyküsünü (Madame Butterfly) Belasco'ya getirmiş ve öykünün sahne uyarlamasını (Yeşil Gözlü Kız adlı Belasco’nun bulvar oyunu) ikisi birlikte gerçekleştirmişti.
-Ayrıca öykünün (Long’un Madame Butterfly kısa öyküsü) gerçekten olmuş bir olaya dayandığı iddia ediliyordu. Bu söylentinin doğruluğunu ise Puccini’nin Japon elçisinin eşinden öğrendiği söyleniyordu.
-Long her ne kadar öyküsüyle ilgili pek çok ayrıntıyı Loti'den almışsa da, sonradan üzerinde doğru yanlış birtakım değişiklikler yapmıştı. Dolayısıyla Loti’nin Madame Chrysantheme’i duyarlı bir şairin yabancı bir ülkedeki yaşantısı ve izlenimlerini ne denli yansıtmaktaysa; Long'un Madame Butterfly'ı, Japon yaşamını o denli kaba, gerçekçi çizgilerle göstermeye çalışan bir skeçten öteye gitmiyordu.
-Ayrıca Loti'nin kahramanı işini severek yapan, yanında hoşça vakit geçirebilen ince ve zarif bir Geyşa iken; Long'un kahramanı aşk delisi, bozuk İngilizce’siyle kocası Pinkerton'ın evinde Birleşik Devletler dili dışında başka dil konuşulmasını istemeyen, Amerika'ya hayran, Amerikalı bir subayla evlendiği için Japonya'nın ve belki de tüm dünyanın en mutlu ‘dişi kadını’ olduğunu çeşitli yeminlerle tekrarlayan aptal bir kız olarak çizilmişti.
--İşte Belasco'nun göz yaşartıcı bir melodram olarak değerlendirip tek perdelik bir oyuna (Yeşil Gözlü Kız) dönüştürdüğü temel öykü kısaca bu şekildeydi.
--Kendisine ilham olan Long'un kurduğu olaylar dizisi üzerinde Belasco'nun yaptığı en önemli değişiklik ise oyunun sonunda yarattığı trajik finaldi. Buna göre; Long’ın kısa öyküsünde ,ayrıldıktan sonra bir daha Butterfly'ı görmeyen Pinkerton'ı Belasco tekrar sahneye getirir. Böylelikle trajik atmosferi daha da yükseltmeyi amaçlamaktadır. Usta işi bir seçme ve yoğunlaştırma çalışmasıyla Belasco, Long'un epizodik gelişimini tek bir zaman, mekân ve eylem bütünlüğü içine sokmayı başarmıştır. Oyun yirmi dört saatin içinde, Butterfly'ın evinde geçmektedir.
--Belasco, Long'un orijinal diyaloglarını büyük ölçüde kullanmış; konuşmaların ham yanlarını gidermek yerine aralarına kendi yazdığı diyalogları serpiştirmeye yönelik bir yol denemişti.
>Dolayısıyla Belasco’nun oyun metniyle karşılaştırıldığında Puccini'nin librettosu, dizelerle geliştirilmiş bir şiirsel dram olarak değerlendirilebilir.
>Belasco'nun anlatımındaki katı, gerçekçi yanlar ya çıkarılmış ya da yumuşatılmıştır. >Bestecinin ve librettistin ellerinde kahramanımız; Loti'nin romanındaki kibar, sevecen kız kişiliğine yeniden dönüşmüştür.
>Puccini’nin eserinde Pinkerton bile, romanda ve oyunda gördüğümüz küstah davranışlarının çok ötesinde, daha yumuşak ve daha sıcak renklerle donatılmış bir tavır içine sokulmuştur.
>Oysa ki Puccini’nin başlangıçtaki eğilimi Belasco'nun oyununu biçimlendirirken izlediği yoldan giderek tek perdelik bir opera yazmaktı. Bu bağlamda operanın başına, Long'un öyküsündeki ilk bölümlerden yararlanarak bir prolog eklemeyi düşünüyordu. Ancak daha sonra bu plandan vazgeçildi. Konunun tam uzunlukta bir opera olarak işlenmesinin hem dramatik gelişimi daha iyi aktarılabileceği, hem İtalyan seyircisinin beklentilerine daha uygun düşeceği düşünülmüştü.
>Bu uygulama içinde de orijinal prolog tasarımı, pek çok işlevi birden üstlenen Birinci Perde'ye dönüştürüldü. Bu işlevlerden en önemlisi; oyunda oldukça duygusal ve acı yönleriyle işlenen öykünün ağır havasını bir ölçüde dağıtmak amacıyla, Butterfly'ın kısa süreli mutluluğunun sergilenmesiydi. Bu durum ise Belasco'da oyunun sonuna dek sahnede görülmeyen Pinkerton'ı, çok daha önemli bir konuma getirebilmek için aslında zorunlu bir hâl idi. Dahası, içinde uzatılmış aşk sahnesi bulunmayan bir Puccini operası nasıl olabilirdi ki? Nihayet bu giriş perdesi, besteciye, istediği atmosferi aceleye getirmeden yaratabilmek için bir olanak sağlıyordu.
>>Gelin görün ki ilk prömiyer, Puccini'nin beklediği başarıya ulaşamadı. Bunun üzerine Puccini ve librettistleri hemen eseri revize etmeye başladılar. İkinci perde ikiye bölündü ve birinci perdedeki bazı detaylar atıldı. Operanın bu yeni hâli ise büyük başarı kazandı.
Puccini de bir Giuseppe Verdi'nin hemen hiç tükenmeyen üretim gücü yoktu. Ancak bir librettodan çok etkilendiği, onu her açıdan olumlu bulduğu zaman tüm yaratıcı gücünü ortaya koyabiliyordu. Böylece zamanının büyük bir bölümünü, operaya uygun konular aramakla geçiriyordu. Ancak bulunca da (metnin en ince ayrıntısı bile) kendi istekleri doğrultusunda biçimlendirilene kadar, yazarlarla yaptığı sonu olmayan tartışmalarla vaktini geçirmekteydi.
Eş deyişle, aslında ‘dolce far niente’ (bir anlamda ‘tatlı tembellik’) tutkunu olan besteci; kendisini bir kez operanın konusuna kaptırmaya görsün, bir anda fanatik bir çalışma hırsı içine giriyordu.
Opera metninde hiçbir zaman yanlış duygu tonlamalarına veya boş uyak safsatalarına tahammülü yoktu. ‘Sincerita’ yani ‘içtenlik’, ‘içsel gerçek’ kavramı, tekrar tekrar libretto yazarlarının kafasına sokmaya çalıştığı bir kural, kategorik bir emir olarak yer alıyordu. Operalarına bugün de hiç eskimeyen bir başarıyı sağlayan husus, Puccini için daima bestelemedeki en yüksek amaç olan işte bu ‘sincerita’dan başka bir şey değildi.
Puccini'de, Verdi'de olan felsefi bir arka plan ve büyük kahramanlara özgü tumturaklı bir davranış biçimi aranmaması gerekir. Puccini'nin sevdiği unsur, İtalyanca
‘le cose piccole’ yani ‘küçük şeyler’ idi. Onun en içten sevgisiyle bağlandığı dramatik figürler; Manon Lescaut, Mimi, Butterfly, La Rondine'deki Magda, Sour Angelica, Turandot'daki Liu gibi zarif ve hassas kadınlardı. Öyle ki bazı kaynaklarda La Boheme operasındaki Mimi'nin ölüm sahnesi üzerinde çalışırken, Puccini'nin hıçkırıklarını tutamadığı belirtilir.
Comments
Post a Comment