Gözün Öyküsü / Georges Bataille..

[ENG in below]

• Kent Kabilesi online bir bibliyoterapi atölyesi Eylül 2024 kitabı.

• Pek çok paylaşımında belirttiğim üzere ne kitapların ne de filmlerin özetlerini, konularına dair herhangi bir -küçük de olsa- yazıyı, mümkün olduğunca hiç okumadan direk olaya dalangillerden. Dolayısıyla bu kitabı da öyle yaptım. Ancak gelin görün ki ilk sayfalarda bir dumura uğradım açıkçası. 

• Nedense hiç böyle bir kitap beklemiyordum. Ancak hemen akabinde; meğerse arka kapağında kocaman ‘yetişkinler içindir’ ibaresi yer alan bir eser olduğunu, birinciden tecrübe ederek öğrenmiş oldum. 

• Yazıldığı dönem (1928) ve yazarı itibari ile tabii ki asla kıyas kabul etmeyecek bir sabun köpüğü ve fazlasıyla modern olan Grinin 50 Tonu’nun tüm kitaplarını okuma gafletinde bulunmuş olsam da bu minvalde onu almadan geçemeyeceğim. Zira onun da ilk sayfalarını Türkçe okumaya başlamış ve ‘ben bunu Türkçe devam edemeyeceğim!’ deyip tüm seriyi İngilizce bitirmiştim. 

• Gel gör ki herhalde içime doğmuş olacak ki bu kitabın da ısrarla Kindle‘dan İngilizcesini almaya çalıştım. Zira kapağını da çok fazla beğendim. Ancak bir şekilde asla satın alma işlemini yaptırmadı Amazon. Dolayısıyla mecburen Türkçeden okudum ama ne okuma! 

• Bu kadar kısa olmasına rağmen açıkçası bir an önce bitireyim diyip nereye bakacağımı şaşırdım hissiyatıyla devam ettim. 

• Tabii ki bir yerden sonra kitabın da vermek istediği mesaj ve duygu neticesinde o ilgili bölümleri okurkenki düşünce ve duygu hâli + seviyesi değişiyor. 

• Kaldı ki yine bir yerden sonra, o kadar çok sembol karşımıza çıkıyor ki aslında anlatılanın gerçekten bambaşka bir şey olduğunu çok net anlıyorsunuz. (Ve fakat Funda Hanım çok başka bir kavram üzerinden harika ele aldı her şeyi)

• Velhasıl ‘semboller neler anlatıyor?’ ile ‘aman Yarabbim ne oluyor!!’ nidaları eşliğinde bir bakıyorsunuz ki pat diye kitap bitmiş. Zira sadece 80 sayfa. 

Meraklısına: Funda hanımın bambaşka bir gözle bize aktardığı kitabın atölyesinden bazı notlara aşağıda paylaşıyorum.


Gökyüzünün tepesinde açılmış, görünüşe göre, uçsuz bucaksızlığın için­de parlaklaşmış amonyaklı buharlardan oluşan bu çatlakta -tam sessizliğin ortasında bir horozun ötüşü gibi yırtıldıkları bu boş uzamda- bir yumurta, oyulmuş bir göz ya da benim taşa yapışmış ve sersemlemiş başım simetrik görüntüler yan­sıtmaktaydı sonsuzluğa. 

Dürüst insanlara, gözleri kör edildiği için, dürüst gibi görünür evren; onun için de bu insanlar müstehcenlikten korkarlar.

Genelde hep bu anılara takılıp kaldığım söylenemez. Uzun yıllar geçtikten sonra zaten beni etkileme güçlerini kaybettiler: Zaman onları etkisiz duruma getirdi. Ancak şekil değiştirmiş, tanınmaz durumda, şekil değiştirme sıra­sında da müstehcen bir anlam kazanarak, yeniden canlana­bildiler.

….. bu coşku insan imgeleminin tasarlayabileceğinden daha büyüktür, her şeyi aşar. Ancak temelinde yalnızlık ve anlamsızlık yatmaktadır.


Öncelikle atölyede kitabı saf arzu konusu üzerinden ele aldık. 

Zihnimiz arzuyu olumsuzlayan bir düzlemde düzenlendiği için kitabı okurken rahatsızlık hissettik. 

Arzu, olmaması gereken bir şey olarak alınıyor, zira bizim nezdimizde.

Kaldı ki çok eski çağlardan beri var olmasına rağmen tek tanrılı dinlerle birlikte arzu kavramı tamamen yok oluyor. Sadece Roma İmparatorluğu’nda görüyoruz.

Tabi yine de bir şekilde varlığına sürdürme çabası devam ediyor.

Arzu kavramı olumlu olarak ele alındığında: lipidinal, yaratıcı güç, sevinç.

* Libidinal enerji, Freud'un psikanalitik teorisinde libido kavramına dayanır ve kişinin cinsel ve yaşam enerjisini temsil eder. Bu enerji, yalnızca cinselliğe yönelik değil, aynı zamanda yaratıcılık, hayatta kalma içgüdüsü, sanatsal ifade ve sosyal etkileşimler gibi alanlara da yönlendirilebilir. Freud'a göre, libidinal enerji, insanların motivasyonlarını, arzularını ve bilinçaltındaki dürtüleri şekillendiren önemli bir güçtür.

Yani Freud’un bahsettiğim o yoksunluktan ortaya çıkan bir şey olarak değerlendirilmediğinde => kişinin varlığını sürdürme etkisi olarak karşımıza çıkıyor arzu. Bu açıdan bakınca da tüm karakterler pozitif bir nitelikte. 

Zira çiftimiz çok zevk alıyor, sonlara doğru ortaya çıkan üçüncü karakter olarak İngiliz erkek de güç elde ediyor ve haz da alıyor. Zaten kitapta haz almayan karakter Marcelle de ölüyor.

Arzu olumsuzlayanlar ise bilinç dışındaki yoksunluk olarak onu nitelendiren psikanalistler.

Arzuyu olumlayanlar; o eksikliğin yaratıcılığa yol açtığını ifade ediyor. Kaldı ki Roma İmparatorluğu’nda seks partileri ile de yaratıcı bir şey ortaya konularak ertesi günkü savaş için yaşam gücü bir nevi elde ediliyor.

Ancak dediğimiz gibi tek tanrılı dinler ile birlikte özellikle Orta Çağ boyunca aşırı derecede arzu bastırılıyor.

Fransa toplumu işte bireyselliği buradan alıyor. Kendi fantezisini öne alıyor. Ona göre kendini ifade çabası = yaratıcılığı ifade çabası = arzu.

Bunu yapabilen zaten kaç yazar var ve ancak bir Fransız yazar yapabilir dolayısıyla.

(pagan inancında da olduğu gibi) Boğa, erkekliği ve gücü simgeliyor. 

Nietzsche’nin “güç istenci” kavramı da bu kitap adına önemli bir kavram, dolayısıyla ayrıca incelenmesinde fayda var.

* Nietzsche’nin "güç istenci" (Almanca: Der Wille zur Macht), onun felsefesindeki en temel kavramlardan biridir. 

Bu kavram, insan davranışlarını ve evrendeki varoluşun dinamiğini açıklamak için geliştirilmiştir. 

Nietzsche'ye göre, tüm canlıların temel motivasyonu, hayatta kalma ya da haz arayışından ziyade ‘güç elde etme ve kendini aşma’ arzusudur.

"Güç istenci," bireylerin sadece fiziksel anlamda değil, manevi, zihinsel ve kültürel anlamda da daha üstün hale gelme, kendi sınırlarını aşma çabasını ifade eder. 

Bu kavram, varlığın sadece hayatta kalma içgüdüsüyle değil, sürekli bir üstünlük kurma ve kendini gerçekleştirme arzusuyla yönlendirildiğini savunur.

Nietzsche'ye göre, bu güç istenci kavramı insanın ahlaki değerlerini de etkiler. Geleneksel ahlaki değerlerin birçoğunu reddeder ve insanın kendi ahlakını yaratması gerektiğini savunur. "Üstinsan" (Übermensch) kavramı da güç istenciyle yakından ilişkilidir. Üstinsan, kendi ahlaki değerlerini yaratan ve kendini sürekli aşan bireydir.

Bu kavram, varoluşçu felsefenin önemli bir temel taşı haline gelmiş ve birçok modern düşünürü etkilemiştir.

Bergson'un “yaşam akışı” kavramı da aynı zamanda incelenmelidir.

* Henri Bergson’un “yaşam akışı” (Fransızca: élan vital) kavramı, onun felsefesinin merkezinde yer alır ve yaşamın evrimini, dinamizmini ve yaratıcı gücünü açıklamak için geliştirilmiştir. Bergson’a göre yaşam, mekanik ve determinizme dayalı bilimsel anlayışların ötesinde, kesintisiz bir akış ve yaratıcılık sürecidir.

Élan vital, canlı varlıkların büyüme, gelişme ve evrim süreçlerinde var olan içsel bir yaratıcı güç olarak tanımlanır. Bergson, evrimi sadece fiziksel bir süreç olarak görmez; bu süreç, aynı zamanda sürekli bir yaratma ve yenilenme anlamına gelir. Yaşam akışı, durağan bir varoluş değil, sürekli hareket, değişim ve yeni biçimlerin ortaya çıkışıdır.

Bergson, zaman kavramına da bu bağlamda özel bir önem verir ve zamanı iki farklı şekilde açıklar: ölçülebilir zaman (saatle, takvimle hesaplanabilir zaman) ve yaşanan zaman (sürekli akan, içsel deneyimlenen zaman). Yaşam akışı da işte bu yaşanan zamanın bir parçasıdır, çünkü hayat durağan değil, akıcı ve sürekli bir yaratıcı sürecin ifadesidir.

Bu anlayış, Bergson’un determinizmi reddetmesine ve yaşamın mekanik yasalara indirgenemeyeceğini savunmasına dayanır. Yaşam, her zaman yeni ve beklenmedik bir biçimde kendini aşan bir süreçtir.

Bu bağlamda pozitif anlamda bakanlar için arzu; reaktif, kaygan, çizgisel olmayan, aktif katılımla gerçekleşen bir olgudur.

(Oysa olumsuzlayanlardan Freud’un düşüncesinde düz bir çizgi halindedir.)

Kitapta çok fazla oluş ve akış var.

Kitapta karakterlerin yaşadıkları şizofrenlerin yaşadıklarıyla da benzer.

Tüm bu karakterleri vd. ile ifade bulan felsefecilerin kavramlarını bir araya getirerek bir kurgu oluşturmak >> bu kitabın estetik olmasının sebebi.

Oidipus Kompleksi, günah ve travmaya yol açan bir olgu. 

Oidipus Kompleksi’nde bir yoksun kalma durumu söz konusu ve bu da arzuya yol açıyor. 

Bu sebepten ötürü Freud, arzuyu olumsuzluklayarak ele alıyor.

Oidipus Kompleksi’nin ortaya çıkması için kişinin cinsel bir kimliğe ulaşması gerekiyor. 

Oidipus Kompleksi bağlamında kitapta karakterin babayla özdeşleşmiş olduğunu söylemek mümkün. 

Baş karakterin kurduğu o hastalıklı dünya, anneden mahrum kalmasıyla başlıyor.

Babayla özdeşleşmiş olan karakterin doyurulmamış arzuların sağaltımı gerçekleşiyor bu anlamda. (Freud’un bakış açısıyla)

Freud arzuyu, bilinç dışı ve kara delik kavramı ile açıklıyor.

Bu bağlamda kitap; arzunun negatif bir şey olmanın ötesinde, neyi temsil ettiği konusunu << bize düşündürmek istediğini söyleyebiliriz.

Bu arzunun negatif anlamda ele alınması >> bizlere Antik Yunan’dan, Helenistik dönemden geliyor.

Ve fakat Fransızlar >> Helenistik ile bağ kurmuyor; kendi pagan kültürlerini sürdürmeye devam ediyor, o etkilenmeye kapalı kalıyor.

Kitapta sürekli geçen ‘Normandiya gardırobu’ bağlamında şunu ifade etmek gerekiyor: Normandiya, Fransızların Vikinglere bile isteye verdikleri tek yer. Zira Vikinglerin bir kolu olan Normandiyalılar idi, tek Paris’i işgal edip yağmalayanlar.

Dolayısıyla Normandiya, batı ile pagan kültürlerin çiftleşmesi olarak görülebilir.

Normandiyalılar da halen aslında kendilerini ayrı bir bakış açısına sahip, ayrı bir kültür olarak görürler, kendilerine ne Fransız ne Viking demezler biz Normandiyalıyız derler imiş. 

Deneysellik, Fransızlar açısından çok önemlidir. O yüzden Darwin‘e büyük kıymet verirler. Kaldı ki kitaptaki karakterler de sürekli her şeyi kendileri deneyerek bulma yoluna gider.

Kitabı, estetik kavramı bağlamında bir yapıbozum olarak ifade etmek mümkündür.

* Yapıbozum (Fransızca: déconstruction), 20. yüzyılın önemli filozoflarından Jacques Derrida tarafından geliştirilen bir felsefi ve edebi analiz yöntemidir. Yapıbozum, dil, metinler ve kavramlar üzerine kurulu anlamların sabit ve mutlak olmadığını, aksine çok katmanlı, çelişkili ve dinamik olduğunu savunur.

Derrida, geleneksel anlamda metinlerin ve kavramların belirli bir anlam yapısına sahip olduğu düşüncesine karşı çıkar. Yapıbozum, metinleri ve düşünceleri parçalarına ayırarak, içlerinde yer alan zıtlıkları, çelişkileri ve örtük varsayımları açığa çıkarmaya çalışır. Bu yöntemle, metnin yüzeyde sunduğu anlamın ötesine geçip, altta yatan farklı anlam katmanlarını ortaya koymak hedeflenir.

Özellikle edebiyat, felsefe, dilbilim ve kültürel eleştiride kullanılan yapıbozum, bir metnin sabit bir yoruma indirgenemeyeceğini, anlamın sürekli olarak belirsiz ve değişken olduğunu vurgular. Derrida, yapının kendi içinde “kendi kendini bozan” unsurlar barındırdığını ve bu unsurların anlamı sürekli yeniden şekillendirdiğini öne sürer.

Ki bu kitap, ‘değer üretmeden de eser üretilebileceğinin’ bir örneğidir; zira ‘sırf bağlantı üreterek ortaya konmuş’ bir eserdir.

Yapıbozum anlamında; üretilirken >> konumların, değerlerin yersiz yurtsuz olması lazımdır.

En yaratıcı, üretken yaş aralığı 0-6 idir. Zira zihinde hiçbir kod yoktur.

Bu bağlamda karakterler isteklerini, yaşam arzularını sadece tatmin ediyorlar. Dolayısıyla aslında olumlu karakterler. Çünkü arzuya bu olumlu noktadan bakılıyor.

Baskı (dış) anında hep bir idrar kaçırma var ki >> bu kontrole karşı verilen bir tepkinin simgesi.

Kitap bağlamında olaya, çoklu bir bakış açısı getirmek gerekiyor.

Bu anlamda 

1. var olan tüketiliyor 

2. tüketilirken de yeniden üretiliyor.

Kitap ayrıca Lacancı bir bakış açısıyla tanımlanmış. Öyle ki, Oidipus kompleksinden farklılaşıyor ve onda arzu, göçebe bir yaratım enerjisine dönüşüyor.

* Jacques Lacan’ın arzu kavramı, arzuyu sadece eksiklik ya da doyumsuzluk olarak görmekten çok daha fazlasını ifade eder. Lacan’a göre arzu, kişinin sürekli olarak bir boşluğu doldurmaya çalıştığı, ancak asla tamamen tatmin olamayacağı bir yapıdır. Lacan’ın teorisinde arzu, insan varlığını ve öznel deneyimi sürekli şekillendiren, ulaşılmaz bir hedefi takip etmeyi içerir.

Bu arzu kavramı, Gilles Deleuze ve Félix Guattari’nin geliştirdiği düşüncelerle karşılaştırıldığında, arzu, bir eksiklikten doğan değil, yaratıcı, üretken bir güç olarak görülür. Onlara göre, Lacan’ın arzu teorisi, arzuyu bastırılmış ya da eksik bir varoluş olarak ele alırken, Deleuze ve Guattari arzuyu hareket halinde olan, yaratıcı bir enerji olarak betimlerler. Bu yaratıcı enerji, göçebe bir doğaya sahip olup sürekli yeni bağlantılar ve imkânlar yaratır. Arzu, bireyin sabit bir kimliğe değil, sürekli dönüşüm geçiren bir yaratım sürecine dâhil olduğu bir akışa dönüşür. Bu süreçte arzunun yersizyurtsuzlaşma (deterritorialization) kavramıyla bağlantılı olduğu, yani sabit anlam ve kimliklerden kurtularak yeni alanlar ve potansiyeller açtığı söylenebilir. 

Öyle ki bu kitapta da seks, çok çeşitli varyasyonlara evriliyor.


[in ENG]

Story of the Eye / Georges Bataille..

• September 2024 book selection for the Kent Tribe’s online bibliotherapy workshop.

• As I have mentioned in many of my posts, I am one of those who dive straight into books and films without reading any summaries or even a brief description of the content. So, I did the same with this book. But, to be honest, I was stunned within the first few pages.

• For some reason, I was not expecting this kind of book. Only then did I learn, from firsthand experience, that it was a work clearly labeled “for adults only” on the back cover.

• Although it’s written in 1928 and incomparable to the modern, soap-opera-like Fifty Shades of Grey series—which, embarrassingly, I have read in its entirety—I can’t help but make a mention. I started reading that series in Turkish, only to declare, “I can’t continue this in Turkish!” and ended up finishing the whole series in English.

• I had a similar premonition with this book, trying persistently to buy the English version on Kindle. I was also quite taken by the cover. But for some reason, Amazon never let me complete the purchase. So, I had to read it in Turkish—what a reading experience!

• Despite being so short, I kept reading with the feeling of, “Let me just finish this quickly,” not knowing where to look.

• Of course, after a certain point, the message and emotions the book aims to convey begin to alter your thoughts and feelings as you read those specific sections.

• Moreover, after a while, so many symbols emerge that it becomes very clear the narrative is actually about something entirely different.

• In the end, between thoughts of “What are these symbols saying?” and exclamations of “Oh my God, what is happening!!” you suddenly realize the book is over. After all, it’s only 80 pages.

• All in all, I am eagerly looking forward to hearing what Ms. Funda will share during the meeting.

Comments

Popular Posts