The Sweet Indifference of the World / Peter Stamm..

Kent Kabilesi bibliyoterapi atölyesi kapsamında Ağustos ayı için okuduğumuz kitap ‘Dünyanın Sakin Kayıtsızlığı’ oldu. Bu sefer kitaba dair temelde ifade etmek istediklerimi iki maddede toplayacak olursam:

Çok ama çok enteresan, acayip orijinal bir kitaptı şahsım adına. Özellikle de son dönemde paralel evrenler konusunda karşıma çıkan yazılardan sonra gerçekten etkilendiğim bir kitap oldu. Dolayısıyla siz de benzer konulara ilgi duyarsanız severek okuyacağınızı düşünüyorum.

# Ki tam bu noktada, karşılaştığım kitaba dair iki tanımlama* çok hoşuma gitti:

- Zamanın içine düşüp çıkarken, kitap acı verici bir meta-kurguyla dolup taşar - katmanları anılar gibidir, katlanmış çarşaflar gibi - anlatıcının ayrılığına dair hayalet bir hatırlatma. Eylem sonuçla buluşur, gerçeklik yapaylıkla ve yaşam yeniden yaşama döner.

[Falling in and out of time, The Sweet Indifference is achingly metafictional – its layers are memories, our narrator tells us, folded like bed sheets – a haunting reminder of his break-up. Action meets consequence, authenticity artifice and living reliving.]

- Uyumsuzluk yerine, Stamm sıra dışı bir uyum üretmeyi başarır. Genellikle bir adamın kendini anlamak, şekillendirmek, yeniden yapılandırmak ve anılar aracılığıyla kendini yorumlamak için yaptığı bir meditasyon gibi gelir - hem yanlış hem de gerçek olanlar.

[Instead of dissonance, Stamm manages to produce an unusual harmony. It often comes across as a meditation structured around one man’s effort to understand, mold, restructure, and interpret himself through memories—both false and real.]

Ve fakat gelin görün ki bu bağlamda kitap oldukça karmaşık ve takip etmesi zor bir kurguya sahip. Her şeyi hakkıyla kafanızda oturtmak için bayağı bir çaba sarf etmeniz gerekiyor. Ve kanımca tek oturuşta okunması gereken bir kitap. Zira ara verildiği taktirde ipin birkaç tane başı olan uçlarını kaçıra biliyorsunuz. :) Dolayısıyla dediğim gibi eğer imkanınız olursa bit oturuşta okuyabileceğiniz bir zamanda başlayıp hemen bitirmenizi öneririm. Zaten kendisi 100 sayfa gibi bir sayfa sayısına sahip. Kafanızda oturtarak ayarlayabilmeniz hâlinde birkaç saat içinde bitirebilirsiniz.

İki madde ışığı altında, orijinalliği ve karmaşıklığı bağlamında eserin birçok alt okumaya açık olduğu kanaatindeyim. O yüzden de çok isterdim ki yazarın kendisiyle görüşmeye imkanımız olsun da bibliyoterapi toplantımızda kafamdaki soruları, anlamadığım yerleri, anlayıp da netliğinden emin olamadığım yerleri yani doğru anlayıp anlamadığı mı sorabileyim :)

Velhasıl bu kitapta da olduğu gibi Kuzey Avrupa kültürüne dair eserlerin o eksantrikli hasıl olduğu bir diğer kitap var karşımızda. Böylelerinden hoşlanıyorsanız severek okuyacağınızı düşünüyorum. 

Meraklısına: Gerçekten de dediğim gibi birçok alt okumaya sahip olan bu kitap, ilgili zoom toplantısında Funda Hanım tarafından hiç düşünmediğim bir bakış açısıyla harika bir şekilde ele alındı. Bu bağlamda her zaman olduğu gibi onun bize aktardıklarından aldığım notların bazılarını maddeleyerek aşağıda paylaşmak isterim.

  • Kitapta çok gizli bir şekilde işlenmiş kilit bir duygu hakim. O da öfke. Eserin en temel duygusu olarak inceden inceye tüm kitap boyunca kendini hissettiriyor. 
  • Bağırmıyor, hissettiriyor zira bu niteliği yazarın belirgin bir özelliği olarak karşımıza çıkıyor.
  • Sadece erkek kahraman değil kadın kahraman da hem ilişkisel anlamda, hem de erkeğe karşı öfkeli.
  • Kitapta kahramanların isimleri de bilinçli atıklar şeklinde yer alıyor. 
  • Christoph, Hazreti İsa’ya bir gönderme iken; Lena da Mecdelli Meryem veya Magdalalı Meryem’e. 
  • Bu bağlamda Mecdelli Meryem’in Hz.  İsa’nın en sevdiği, favori öğrencisi olduğu ifade buluyor. Ayrıca bazılarınca da onunla evli olduğu inancının hakim olduğunu not düşmek gerekiyor.
  • Dolayısıyla kitap da  Mecdelli Meryem kimdir? sorusunu sordurtuyor.
  • Zira dirilişin ilk şahidi olduğu söylenirken, Luka İnciline göre de günahkar bir fahişe olarak kabul ediliyor.
  • Bu bağlamda Lena kim? sorusu da öne çıkarak kitapta Hristiyan bir figür olarak yer alıyor.
  • Kitapta yer alan ve en temel duygu olarak ifade bulan gizli öfke, bu bağlamda Lena ve Christoph‘ın kendi varlığına dair duyduğu bir öfke olarak karşılık buluyor.
  • Zira öfke, önemli bir işaret. Bir ihtiyacın karşılanmamasına ya da bir sorun olup olduğuna dair. Bu da kitapta fazla verme/fedakarlık sonucunda kişinin kendisine duyduğu öfke olarak yer alıyor.
  • Bu minvalde öfke acı getirir. Onunla da benliğimizi, bütünlüğümüzü korumaya yardım eder.
  • Bu paralelde kendimize karşı öfke olgusunu, Lena karakterinin ikinci senaryoda ilişkisini koruduğu, kendisini feda ettiği için kendine duyduğu kızgınlık şeklinde görüyoruz. Gelinlik giymeyi bile reddediyor.
  • Ve kızgınlığını öfkelenerek, bağırarak göstermiyor ki bu şekilde gösteren bir kadın kahramana da pek rastlanmaması manidar. Kaldı ki öfkeli kadın, hep nevrotik diye damgalanıyor.
  • Karakter uzlaşmaya yakın bir tipse de o zaman benliksizleşme yaşıyor. Buda onu bunalıma vd. götürüyor.
  • Lena’nın da, Mecdelli Meryem’in de tam olarak yaşadığı bu.
  • Ve Christoph’ın da mesleki anlamda yaşadığı bu.
  • İşte kitabın da dikkat çekmeye çalıştığı, bu yani ilişkilerde yaşanan bu durum.
  • İlişkilerde bireylerden birinin aşırı ya da yetersiz yüklenmesi, tahterevalliyi bozuyor. 
  • (Feda arttıkça öfkeyle dolmaya başlıyor.) Ve ne yazık ki aslında her iki tarafta birbirinin davranışını döngüsel olarak destekliyor.
  • Yazar iki senaryoda da bunları gösteriyor. Ve işin ilginç tarafı bunları bireyci bir toplumda gösteriyor.
  • Çünkü kolektif bilinç bu koda bizi inanmış kılıyor.
  • İki senaryoda da olduğu gibi, kendimizi seçmezsek, kendimizle mutlu olmayı beceremezsek olmuyor/oldurtulamıyor.
  • Yani biz adına beni feda etmişsek mutlu olunmuyor. İki senaryo ile de kitap bunu ortaya koyuyor.
  • Kitapta ayrıca kendinden eminlik de rahatsız edici bir durum olarak yer alıyor. Birinci senaryoda kadın, ikinci senaryoda erkek kendinden emin bir davranış ortaya koyuyor. Tabi hangisinin doğru olduğu da diğer bir tartışma konusu olarak yer alıyor.
  • Son kertede tüm bunları ‘sessizce’ söylemekle de “iyi edebiyat” yapılmış oluyor.

Meraklısına 2: Diğer bir yabancı yorumda* da çoğunlukla internet dünyası ve oradaki kimlikler üzerinden ifade bulduğunu gördüm kitabın. Ki bu da işte o çok katmanlılığından muhtemelen. Onu da eklemeden edemedim:

Christoph'un aklının, Dorian Gray tarzı bir hiddetle tehdit eden aynasından korkarak, çabucak umutsuz bir halde sürüklenmesi uzun sürmez. Kitap olağanüstü bir döneme girer, dijital çağın yaralarını tuzlayarak. Stamm, post-gerçeklerin ve derin sahte videoların yükselişine atıfta bulunur - tarihe, demokrasiye ve doğru söylemeye yönelik tehditler - aynı zamanda çevrimiçi ve sanal bir tür olarak kim olduğumuz konusuna da değinir. Profilimiz saniyeler içinde hacklenebilir, toplanabilir ve manipüle edilebilir. Christoph gibi her bir kimliğimiz, çok daha genç, parlak bir modelle kolayca değiştirilebilir. Stamm, var olduğumuz dünyaların sanal deneyimlerine dikkat çeker; öncelik verdiğimiz ve seçtiğimiz (veya belki de ihmal ettiğimiz) dünyaları somutlaştırmayı seçeriz.

[It’s not long until Christoph is driven into a state of despair with a Dorian Gray-like ferocity, terrified of his mirror-image and its threat to his memory. The book takes an extraordinary turn, salting the wounds of the digital age. Stamm refers to the rise of post-truths and deep fakes – the risks posed to history, democracy and truth-telling – as well as who we’ve become, online and as a virtual species. Our profiles can be hacked, harvested and manipulated in a matter of seconds. Each of our entire identities, like Christoph’s, could so easily be replaced by a younger, shinier model. Stamm draws attention to the virtual experiences of the worlds in which we exist; those we prioritise and choose (or perhaps neglect) to substantiate.]

İşte kitabın derinlemesine etkileyici yeni ve modern bir ikiz sunduğu nokta budur. Eserin cildinin altında keskin bir şekilde oturur bu. Ve derinlemesine tanıdık bir şey olduğu için sıkıntı vericidir - ki bu, kendimizin bir sürümümüzün, iznimiz olmadan yaşayabileceği fikridir. Ve yine de çevrimiçi kimliklerimizi ve gelecekte nasıl kullanılabileceğini veya algılanabileceğini düşünmemiz gerektiğine dair hepimizin ilgisiz olduğumuzu gösterir. Christoph, bir yerlerde yol boyunca ikizine karşı da duyarsızlaşır. Kendisinin kaç tane sürümü olabileceğini veya onlardan neler alabileceğini bilmemenin bir yol olduğunu kabul eder. Stamm'ın kitabı, çifte olmanın - aslında hiçbir zaman gerçek anında var olmamanın - bugünün insan deneyiminin bir parçası olduğunu önermektedir.

[This is where the book offers a new, modern doppelgänger that sits sharply under the skin. It’s unnerving because it is deeply relatable – the idea that a version of ourselves can live on without our permission. And yet we’ve all grown complacent with our online identities and how they might be used, or perceived, in the future. Christoph, somewhere along the way, also becomes numb to his double. He accepts that there’s no way to know how many versions of himself there may be or what they may take from him. Stamm’s book suggests that being duplicitous – not ever really existing in the present moment – is simply part of the human experience today.]

Meraklısına 3: Bir de son olarak kitabın İngilizce ismindeki ‘indifference’ ifadesinin tam da kitabı karşılayan bir kelime olduğu kanaatindeyim. Dolayısıyla orijinal isminin, (ne yazık ki) Türkçe karşılığından ziyade çok ama çok daha konuyu anlattığını düşünüyorum. (Kaldı ki kitabın içinde de o kelime üzerinden ifade bulan bir kısım var ki o da zaten bence eserin özünü oluşturuyor ve çok şahane bir anlatı olarak hayat buluyor.) Ve fakat tam da çevrilmesi mümkün olmadığı için çevirmene de hak vermiyor değilim.

‘… soğuk, gri, emici bir dünya, ama aynı zamanda sınırlı bir dünya, doğrudan önünüzde olmayan şeylerin varlığı sanki yokmuş gibi görünürdü.’

….. a cold, gray, blotting-paper world, but simultaneously cloistered, in which things that weren’t directly in front of you seemed not to exist. [p. 10]

‘İlk önce hikayenin nasıl bittiğini duymak istiyorum. Hikayenin sonunu sana anlatamam, dedim, sadece kitaplardaki gibi sonları olan hikayelerdir. Ama sana ne olduğunu anlatabilirim.’

I want to hear how the story ends first. I can’t tell you the end of the story, I said, the only stories that have endings are the ones in books. But I can tell you what happened next. [p. 24]

‘Farklılıklar, değişkenlikler vardır. Bunlar, hayatın ilk başta mümkün olmasını sağlayan hatalar, asimetrilerdir. Bir zamanlar bir fizikçiyle konuştum ve bana evrenin tamamen küçük bir hata üzerine kurulu olduğunu, büyük patlamanın zamanında meydana gelmiş küçük bir madde ve karşı madde dengesizliği olduğunu açıkladı. Bu hatanın olmaması durumunda madde ve karşı madde uzun zaman önce birbirini iptal ederdi ve hiçbir şey olmazdı.’

There are distinctions, variations. Those are the mistakes, the asymmetries that make life possible in the first place. I once talked to a physicist who explained to me that the whole universe is based on a tiny mistake, a minute imbalance between matter and antimatter that must have occurred at the time of the big bang. But for that mistake, matter and antimatter would long since have canceled one another out, and there would be nothing. [p. 59]

‘Kitapla ilgili hatıram kelimeler ve cümlelerden oluşmuyordu, bunlar yerine düşüncelerden çok daha kesin olan, ancak aynı zamanda kaçınılmaz olan duygularla doluydu.’

My recollection of the book didn’t consist of words and sentences, but feelings, which are much more precise than any thought could ever be, but at the same time elusive. [p. 84]

‘Geleceğin benim için ne sakladığını bilmek istemiyorum, ancak her şeyin zaten yazıldığı ve bana ne olduğunu anlatan bir deseni takip ettiği fikrini seviyorum. Sanki hayatım bir hikaye gibi. Sanırım kitaplarda her zaman sevdiğim şey buydu. Onları değiştiremezsiniz. Hatta okumanıza bile gerek yok. Sahip olmak, onları almak ve her zaman aynı kalacaklarını bilmek yeterli.’

I don’t want to know what the future has in store for me, but I like the idea that it’s already written down, and that everything that happens to me has happened to someone else and fits in a pattern and makes sense. As though my life were a story. I think that’s what I always liked about books. The fact that you can’t change them. You don’t even have to read them. It’s enough to own them, and pick them up, and know that they will always remain the way they are. [p. 93]

‘… yazmak, ne yaptığınızdan çok, ne bulduğunuzla ilgilidir. Önceden ne bulacağınızı asla bilemezsiniz.’

….. writing is more to do with what you find than what you make. You never know what you’ll find in advance. [p. 114]

* https://www.slantmagazine.com/books/review-reconciling-memory-peter-stamm-the-sweet-indifference-of-the-world/

https://thelondonmagazine.org/review-the-sweet-indifference-of-the-world-by-peter-stamm/


Comments

Popular Posts