Avatar: The Way of Water..

Gerçekten çok büyüleyici bir şekilde 13 yıl sonra (ki bana en az 20 yıl geçmiş gibi geldi!) Avatar’ın devamını izlemiş olmanın büyük bir mutluluğuyla bu yazıya başlıyorum. (Tabi ağla ağla içim çıkmadı değil orası ayrı :-)) Ne mutlu ve ne şükür ki bizim dönemimizde her iki film de çekildi ve bunu izleyebilme şansına eriştik. Tabii gönül isterdi ki tüm filmdeki anlatıların artık ortaya çıktığı dönemi de görebilelim. Bakalım kısmet diyelim o zaman. Zira en başından belirtmeliyim ki (tabii ki müthiş bir James Cameron hayal gücü ve yaratıcılığı söz konusu ancak) kendi adıma tüm filmde aktarılanların hali hazırda var olan birer gerçekliğin bize yansıtıldığı ya da daha doğru ifadeyle yansıtılabildiği küçük bir ön izleme olduğu düşüncesindeyim. Zaten benim buradan tüm olayı hakkıyla anlatabilmem mümkün değil. Göktürk hocanın ve Azra hanımın kitaplarını okumuş anlatılarını dinlemiş biriyseniz ne demek istediğimi anlamış olduğunuzu düşünüyorum. Yok eğer henüz okumadıysanız de dinlemediyseniz de şiddetle tavsiye ettiğimi söylememe gerek bile yok sanırım. Filme geri dönecek olursa: 3,5 saat boyunca Ben başka bir evrende seyahat etmek ve ne mutlu ki iyi ki 3D gözlüklerle izlenen formatta çekilmiş olduğu için kıyısından azıcık da olsa sanki içindeymişiz gibi tüm o alemlere seyredebilmek ne kadar keyifliydi anlatamam. Başta bir süresi gözümü korkuttu bir aralarda hareket edeyim uzun uçak Yolculukları gibi, bakalım sonuna nasıl geleceğiz diye düşünürken filmin son sahnesine geldiğimizde bir o kadar daha olsa da izlesek hevesinde olduğumu itiraf etmeliyim. Muhtemelen yeni bir devam filmi diye gelir kanaatindeyim tabii ki ancak tabii bu kadar büyük bir bütçe ve emek adına yeniden bir 20 sene bekler miyiz bilemiyorum. Gelin görün ki teknolojinin bir anda müthiş buluşlarla düşünemeyeceğimiz kadar hızlanacağına dair gelecek yorumlarını gördüğümde de belki de düşündüğümüz den çok daha kısa bir sürede izleriz diyebiliyorum. Tabi en başında dediğim gibi keşke görebilsek gerçek hallerini, dünyalarını bizlerde.

Filmin tüm konusunun etkileyiciliği bir yana dediğim gibi böylesi bir emekle ince ince işlenen o görsel detaylara güzel güzel sindirebilmek için gereken sahnelerin uzun uzun tutulması bütün yapımın etkileyiciliğini gerçekten büyük ölçüde artırdığı kanaatindeyim. Sadece görsel anlamda değil, karakterler bazında da her bir canlının özelliklerinin ve fiziksel yansıtılış şekillerinin de ince ince işlenmiş olması gerçekten takdire şayandı. Kaldı ki insan olmayan canlı türlerine, bizim daha çok anlayabilmemiz adına olduğunu düşündüğüm üzere, azda olsa bazı insansı karakteristiklerin atfettirmesi çok keyifliydi. Mesela küçük çocuğun bir seyahat esnasında sürekli ‘geldik mi anne?’ diye söylenmesi eğlenceliydi. Diğer yandan demek ki insan olmasa da başka canlı türlerinin aileleri de travmatik olabiliyor ve ebeveyn-çocuk ilişkileri bazında travma yaratabilecek nitelik arz edebiliyor diye düşünürken :) bunun da yine aynı şekilde bizlerin konsepti kişiselleştirebilmemiz adına kurguya yedirildiğini düşünüyorum. Spiritüel kızımızın varlığı tabii ki benim için de müthişti. Ve filmde kendimi bulduğum karakter oldu. Kendisine bayıldım. Yine dediğim gibi insan formunda olmasa da HSP (Highly Sensitive Person -Hayli Duyarlı Kişi-) canlılarının başka türlerde de mevcut olabildiğini görmek çok şaşırtıcı ve bir o kadar da güzeldi.

Gelelim diğer tarafa yani filmdeki insanoğluna! Zira filmde yer alan insan türündeki karakterler öyle vahşi, öyle acımasız ve öyle karanlık ki bir insan olarak bu boyutta onlara bir film de bile izliyor olmuş olmaktan dolayı utanç duyuyorsunuz. Tabii bunların olabildiğince pekiştirilmiş şekilde filmde yer almış olması, tüm izleyici kitlesine söz konusu bence cahil vahşetini anlayabilmek adına ortaya konmuş. Ancak bırakın başka bir gezegende bunun vuku buluyor olmazsa, şu anda bizim dünya gezegenimizde de böyle edimlerin yer aldığını hatırlamak dahi insanın tüylerini ürpertiyor. Sürprizi  kaçırmamak adına olabildiğince saklı ifade edecek olursam; tek bir amaç uğruna kendinden olmayan türleri ve onların dünyalarına acımasızca katletmek gerçekten akıl alır gibi değil. Sahneye geldiklerinde içimden sürekli ‘aha! geldi yine barbar insanlar!’ diye geçirmedim değil. (Tabi yine sinema perdesinde bir toplumsal ya da türsel gölgemizle karşı karşıya kalma durumu söz konusu ya orası ayrı mevzu.)

Neyse daha fazla detaya girmeden size acil kapısından çıkarak sinemalara gelmenizi şiddetle öneririm. Hele ki spiritüel konularla ilgili iseniz çok başka başka çıkarımlar alabileceğiniz böyle bir filmi en kısa sürede izlemelisiniz. Tüm bu ifade ettiğim ve edemediklerimin bol bütçeli bir Hollywood prodüksiyonunda vuku bulması da ayrıca manidar tabii ki. Ancak dediğim gibi tüm bunların vakti zamanında Star Wars yapımcısına, Simsonları’n yaratıcısına ve nice yaratıcı zihne fısıldandığı gibi Cameron amcanın kulağına da üflendiğini ve o yüzden böylesi yapımların genel izleyiciye aktarılarak bizi geleceğe mini mini hazırladıklarını düşündüğümde bir kez daha ifade etmek isterim.

Meraklısına 1: Çokça zamandır genellikle çeviri olan psikoloji metinlerinde rastladığımız seni görüyorum (i see you) ifadesini bu filmde de sıkça görüyoruz. İlgili  metinlerinde insan bunu okuyunca çok hoşuna gidiyor ve günlük pratiğe (açıkçası kendi adıma öyle olduğu için ifade etmek istiyorum) adapte etme arzusu duyuyor. Ancak bugüne kadar kullanınca insan, itiraf etmem gerekir ki bir tuhaf hissediyor kendini; alışık olmadığımız için belki de böyle bir anlatıya. O yüzden de filmde bunu görmek beni çok mutlu etti ve ümitlendirdi ki dilerim artık günlük pratiğimizde (tabii ki dalga geçme amaçlı olmadan) birbirimizi duygusal anlamda destekleyebilmek adına kullanıma girmesi çok daha kolay olur. Film de buna vesile olmuş olur.

Meraklısına 2: Tabii ki filmde kendi adıma en etkileyici sahnelerden biri yaşam ağacının (her zaman nedense yer üstünde  imgelediğimiz ya da en azından kendi adıma öyle yaptığım yaşam ağacının) deniz altında da hayat bulduğunu, böylesi etkileyici bir görsellikle seyreylemek oldu. Bu bağlamda yine aynı şekilde canlıların sadece saçlarının ucuyla yaşam ağacının enerji alanına bağlanması ve o sevgili spiritüel kızımız bağlamında kolektif bilince erişilmesi çok büyüleyiciydi. Enerji alanına ve bilince bağlanma olayının aynı yoldan epifiz bezi üzerinden de gerçekleştiğini başka bir sekansta izlemenin inanılmazlığını sana ne kadar anlatsam az kalacak bir imgelem oldu kendi adıma. Bu kapsamda bambaşka bir canlının epifiz bezinin, hele ki devasa boyutlarda olabildiğinin aktarılması ayrıca çok çarpıcıydı.

Diğer yandan çok az baş vurdukları halde, bizim şu an sahip olduğumuzdan katbekat yüksek olan teknolojik gelişimlerine ve teknolojik aletlerine rağmen, olay gerçek şifalanmaya geldiğinde insanoğlu dışındaki canlılarda da Şaman benzeri şifacı dişilerin (evet dişilerin) varlığını görmek ve şifanın da onlardan geldiğini görmek çok güzeldi.

Meraklısına 3: Bir de şunu eklemeden edemeyeceğim sanırım; 3,5 saat boyunca kendimizi denizlerin altında muhteşem bir görsel serüvene kaptırıp gitmişken (bir nevi akvaryumun içinden film seyreder gibi iken) deniz altındaki yeni karşılaştığımız, o mavi canlılarımızın benzer bir türü bana, yıllar önce en iyi film Oscar’ını almış olan The Shape of Water filmini getirmedi değil. Suyun Sesi olarak korkunç bir şekilde Türkçeye çevrilen oysa ki orijinal haliyle Suyun Şekli olan filmin ismi bağlamında bile ikinci Avatar’ımızın alt başlığı Suyun Yolu (The Way of Water) ile bir benzerlik taşıdığını fark etmemek mümkün değil kanımca. Kaldı ki vakti zamanında muhtemelen bir ben bir de akademi üyeleri en iyi film olarak seçmişti, kimse pek yüz vermemişti ancak şahsım adına çok etkilendiğim bir film olmuştu. (Hatta tahmin olarak katıldığım Digitürkün yarışmasını kazanmış ancak hediyesi hiçbir zaman bana ulaştırılmamıştı ya o da ayrı konu) 

Neyse demem o ki o film; bu filmdeki cinsiyetlerin yeri değiştirilmiş şekilde ve gezegenlerin de yer değiştirmiş şekilde olayların hayat bulduğu bir kurguya sahipti. Daha açık bir ifadeyle nasıl ki Avatar’da insanoğlu dünyadan farklı bir gezegende hayatını sürdüren ve su altındaki ekosisteme de uyum sağladığı için fiziksel özellikleri farklılaşan canlılarla bir ilişki ortaya koyuyor ise, bu filmde de bir vesileyle dünyaya gelen farklı gezegendeki bir sualtı canlısının dünya üzerinde insanlar ile kurduğu ilişki üzerinden işleyen bir öykü söz konusu idi. Tabi o filmi ne Annunakilerden ne gölge kavramından, hiçbir şeyden adeta haberim olmayan bir zihinle izlemişsem de çok büyülendiğimi bugün bile net hatırlıyorum. Anlayacağınız o zaman o filmle de bir hafiften fısıldanmamış değil mevzularımız.

Demem o ki farklı canlılar var ve hepimiz gölgemizle kavuşuyoruz bir noktada. Neyse tam anlatabildim mi emin değilim ancak hazır şimdi bu mevzuları daha net görebiliyor ve okuyabiliyorken Avatar’dan sonra, bakmadıysanız o filmi de izlemenizi bu vesileyle önermiş olayım.

Meraklısına 4: Son notum olarak da bu filmde çok net bir şekilde nefes olgusunun öne çıktığı sahneleri izlemek müthişti. Bu da özellikle pandemi dönemi ile nefes çalışmalarına çok daha kıymet verir olan insanoğlunun her daim bunu devam ettirmesinin gerekliliği üzerine bence çok güzel bir vurgu olarak yer alıyordu. Kaldı ki yine sadece insanoğlu özelinde değil, tüm canlılar nezdinde nefesin, nefesi ile kendimizi sakinleştirebilmemizin ve odaklanabilmizin olduğu kadar yaşam kalitemizin de ne kadar yükselebildiğinin çok güzel kurgusal!! bir örneği olarak yer aldığı kanısındayım.

Meraklısına 5: Tamam bu kesin son :) Aslında 3. ve 4. film de hazırmış! Ancak çok ilgi olmazsa üçte bırakırım demiş James amca. Ona göre ilgililer, ilgiyi göstersin ki bu âlemi izlemek sürsün derim :)

Comments