Gör Beni / Azra Kohen..

Benim adıma kitabın en kötü tarafı, bitiyor oluşuydu! :( Evet bitiyor, ve bitti, ve şu an devamını okuyamayacağız, okuyacaksak da ne zaman okuyacağımız hiç belli değil, bir devamı olursa da bu konu(lar)ı nereden alıp sürecek hiç ama hiççç bilmiyoruz ve tüm bunlar beni sinir ediyor. Kaldı ki (sürpriz bozmuyorum, telaşa mahal yok!) kitabın değirmen ve balo sahnesinde tavan yapan heyecanım, son sayfalarda öyle fırtınaya kapıldı ki, evet itiraf ediyor, deli gibi ağlayarak bitirdim kitabı :( Azra Hanım’ın o pek bayıldığım müzik önerili dipnotlarından (ki her biri beni benden alır, bu kadar mı iyi olur) görünce taktım kulaklıkları, ‘tamam dedim ben kesin gidiyorum!’ ve başladım okumaya. Bir de satırlar birbirinden vurucu olunca, elimde kalem bir yandan altlarını çiziyorum bir yandan gözlerimi siliyorum, heyecandan patlayarak nefes alıp vererek okumaya çalışıyorum! Hey hatt.. benim de küçük bir yüreğim var ama, yazık bana. Derken kitap da ben de bittim ve biter bitmez de yazının başında dediğim o ‘ne olacak hâlimiz şimdi!?’ durumuna düşüverdim :(
Heyecanı bir yana tabii ki kitap, inanılmaz çarpıcı tarihi ve toplumsal bilgilerle dolu. Dilerdim ki bahsi geçen eğitim-öğretimden geçmiş olaydım :( Hem de ayağı yere basmakla kalmıyor, dipnotlarla da destekleniyor. Aslında hepimizin bir nevi bir yerlerde düşündüğümüz ‘bir şeyler oluyor bizim dışımızda’ hissiyatının ve belli kaynaklar çapında bilgisinin, bir roman içerisinde böylesi vurucu ve çok daha derin şekliyle okumak sarsıyor. En azından kendi adıma, ilgili konularda, kitapta bahsi geçtiği kadar derinlemesine bir okuma yapmış olma durumum bulunmadığı için gerçekten etkileyiciydi. Bu anlamda da sevindiriciydi. Çünkü hem benim gibi bilse de derine inmemiş olanlar için, hem de hiç o kıyıya ermemiş ya da erilmesine mani olunmuş! olan okurlar adına inanılmaz faydalı olacağını düşündürttü bana.
Özetle, bize kendilerini tanıtan o güzel sevda öykülerinde, kendi yaşanmış bir çeşit ‘sevgi-aşk’ hissiyatımıza güzel ötesi betimlemelerle karşılık bulmak (ne de olsa kalemini sevdiğimiz bir yazarın sözleriyle o cümleleri, ‘inanmıyorum resmen benim duygularımı anlatmış’ hissiyle okumak) keyifli mi keyifli bir deneyim oldu. Ve bu okuma deneyimi, güncel hâlimize ışık tutan geçmiş aydınlık bilgileri verişiyle harmanlanmıştı ya tadından resmen yenmedi-okunmadı. Görmekle kalmadık, vurulduk geçtik. Şahsen bende etkisi öyle oldu. Bu güne kadar hiçbir Azra Kohen kitabını okumadıysanız da hemen bu kitabı okumanızı şiddetle değil, saf sevgi enerjimle ‘acilinden’ öneriyorum. Yok benim gibi, sırf bir an önce bu kitabı elinize alabilmek için (evet resmen öyle yaptım, blog’u ve IG hesabımı takip eden âlem sakinleri hatırlayacaktır :) ) bir an önce sırasıyla Kohen kitaplarını okumaya giriştiyseniz veya niyetindeyseniz de eliniz çabuk tutun derim, dehşet bir kitap sizi bekliyor.
Haydi Azra Hanım sırada gelsin bir an önce lütfen... :*
Meraklısına 1: Hindistan’a zaten az buçuk bildiğimden ötürü üzülürdüm, ancak Afganistan için söylenen, hele ki o son cümle, beni dağıttı, dehşet üzüldüm :(
Meraklısına 2: Oldum olası 1. Elizabeth’i sevmişimdir, güçlü bir kadın olduğundan ötürü, ancak her şeyin bir nevi onun döneminde temellendiğini okumak şoke ediciydi :(
Meraklısına 3: Ve 2. Elizabeth’i de pek bir severim, yine gücü ve bu sefer yaşlılığındaki komik sevimliliği nedeniyle. Dolayısıyla da The Crown, Reign, Tudors vd İngiliz tarih dizi ve filmlerini severek izlerdim. Gelin görün ki, ABD’yi cebinde sallayacak (ve kitapta da vurgulandığı gibi çaktırmadan bunu yapan) bir millet-ülke olduğunu, resmen gururla tek kök söktürenin Atatürk ve onun dönemi olduğunu okumak, tabiri caizse ürküttü beni. Meğer o soğuk gelen taraflarının altında, bu maskeli bilinmezlikleri varmış demeden edemedim.
Meraklısına 4: Fulbright Bursu dipnotu ile beni mahvetti. İnanamadım. Hâlen şokundayım desem :(

  • O şelalenin hayatın kaynağı olduğunu, herkesin kendi şelalesi le tanışmasının bir zamanı olduğunu, ....., bizi kendi şelalemize kim götürmüş olursa olsun kişilerin bahane olduğunu bilmiyordu, en güçlü önyargımızın olduğu şeyin bizi o şelaleye iten en güçlü kuvvete dönüştüğünü bilmiyordu, hayatın bizi o şelaleye götürmek için tasarlandığını bilmiyordu, kendi şelalesinden atlamamış birinin aslında hiç yaşamamış olacağını bilmiyordu... öğrenmesinin zamanı gelmişti. İnsan, zihninin şelalesinden kaçabilir miydi? [s. 51]
  • Peki gerçekten de iyi miydi? İnsan birinin varlığını kendi içinde küçültmeye çalışırken nasıl iyi olabilsindi ki? Taarruza uğramış, sınırlarına girilmiş, büyük bir savaştan çıkmış gibi hissetti kendini. 
  • İnsanın kavgası kiminle olursa olsun, derdi kendiyle değil miydi? 
  • Ve teslim oldu, hayataydı teslimiyeti. Yaşadığı bu duyguların ne anlama geldiğini anlamak için teslim olup sorgulamayı seçti, gerçek bir Müslüman gibi. [s. 51]
  • Dokunulmak... gördüğümüz, duyduğumuz, kokladığımız, tadını aldığımız bu dünyanın tüm anlamsızlıklarına dur diyebilen yegane duyu, tende değil miydi? Dokunulduğumuzda unutmuyor muyduk mücadele etmemiz gereken her şeyi?... Şelaleleri... Kendimizi. Yenilgilerimiz, birikmiş hesaplarımız, krizlerimiz doğru zamanda, doğru dokunuşlarla sinmiyor muydu kendi köşelerine? Herkesin doğru zamanda, doğru şekilde, doğru kişi tarafından dokunulmak istediği bir gezegen değil miydi burası? Ve beden ancak dokunulduğunda dinen fırtınaların yuvası değil miydi? [s. 57]
  • Hayatın tezatları, bizler anlamasak da aslında daima anlamlıydı. [s. 103]
  • Sevgide buluşabilenler konuşmadan anlaşırlardı. [s. 109]
  • Beklentiler gerçeğin ağırlığını asla taşıyamazdı, ne kadar az iseler hayat o kadar rahattı. [s. 112]
  • Etkisi gerçek olan biri hayatımıza girdiğinde tüm duygularda bir devrim gerçekleşirdi. Aşk en büyük duygu devrimi değil miydi? [s. 135]
  • Neyin merakına takıldıysa zihnimiz onun dünyasında var oluyordu gerçekliğimiz. [s. 175]
  • ... biriyle merakını paylaşamamak sanki tüm bağları törpülüyordu. [s. 209]
  • ... varoluşunun tamamını sorgulayan, hissettiği gibi yaşayamayan, günbegün daralan sınırların içinde yok olan biri nasıl iyi olabilirdi ki? Özgürlük lazımdı insanın ‘kendine’, düşünme özgürlüğü, deneme özgürlüğü, yanılma özgürlüğü, hata yapma özgürlüğü... .... özgür olmayan biri nasıl ‘kendini’ oluşturabilirdi? [ss. 211-212]
  • Krizlerimiz baskıladığımız yerde yoğunlaşıp artık baskılanmayacak bir basınca gelince, yani ruhumuzun kömürü elmasa dönüşünce, duygularımız bir yanardağın volkanı gibi bilincimizin en derininden öyle çıkarlardı ki yüzeye, hallerimize bulaşır, karakterimiz işte o zaman yüzeye ulaşırdı. .... işlevsiz düşüncelerimiz, gereksiz bilmişliklerimiz, ezbere hallerimiz içimizdeki meydanlarda verilen muharebelerde ayaklanıyor, karakterimiz bu yenilgilerden doğuyordu. [s. 212]
  • ... kedi umursamadı, bulaştıracak fazla sevgisi olanlar karşılarındakinin korkaklığını umursamazlardı! ...yavru (kedi) hemen boynunu, başını sürttü Orhan’ın parmağına, sevgi bulaştırırcasına. Sevgi kesinlikle bulaşıcıydı! ... kedi Orhan’a kendini sevdirmekle daha ilgiliydi, sevgi ihtiyacı açlıktan bile daha öncelikli olabilir miydi? ... Belki de hayvanlar kendi sevgi açlıklarından değil, aslında kimin sevgiye ihtiyacı olduğunu hissettiklerinden takip ediyorlardı peşlerine takıldıkları kişileri. [ss. 218-219]
  • Olacağımız kişiyi seçe seçe, olduğumuz kişiye gelmemiş miydik? [s. 229]
  • Sultan Abdülhamid yaptırmıştı bu köşkü (Mabeyn) ve Atatürk olmasa bu güzelliği görmeye bile hakkı olmayan bir hayatın içinde yaşayacağını bilmekten duygulanmıştı. ... Beklemediğimiz güzellikleri bize verenler değil miydi ufkumuzun liderleri... [s. 237]
  • İnsan kendi değerini bilmediğinde, kendisine ucuza değer biçecek biri mutlaka hayatına geliverirdi. [s. 240]
  • Tarih Mösyö Picot, tarih! Toplumları halk yapan şey ortak geçmişleridir. Ortak geçmişlerini yeniden yazabilirsen onları istediğin yere güdebilirsin. Eğer nereden geldiklerini bilmezlerse, gittikleri yerin daha iyi mi, kötü mü olduğunu ölçemezler. Ölçümün olmadığı yerde şikâyet olmaz! Sorumlu aranmaz! Güdersin. [s. 272]
  • ... ihtiyaçlarını ehlileştirmeye çalışanlara hayat daima bir panzehir verirdi. [s. 293]
  • Sesten daha hızlıydı ışık. 27.700 santigrat derecede iniyordu şimşek yere, üstelik güneşten beş kat daha sıcak bir şekilde. Her yıl ortalama 100 bin fırtınada 25 milyon şimşek yer küreye düşerek, her saniyede 100 bin şimşekle sanki kalp mesajı yaparcasına enerji veriyordu dünyaya... İnsanlar önemsemiyorlardı bu bilgileri... şimşekler niye düşer birçoğu merak bile etmemişti ama aslında bu bilgileri bilmek hayatın işleyişini, muhteşem mekanizmasını görmek, küçücük aklımızla hayatın sırrını çözebilmekti. [s. 294]
  • Gerçek sevgi insanı kestirmeden daima kendine getirirdi. Bu yüzden sevilmeye muhtaçtı insanlar, çünkü kendilerine gidebildikleri en kısa yoldu sevgi, kendilerini bulabildikleri tek memleketti. [s. 359]
  • Yaralandığında, yolundan saptığında, öz merkezinden uzaklaştığında karanlık gerekliydi insana, yüzleşmek, iyileşmek, yoluna dönmek, kendi merkezinde durmak için karanlık insanlar giriveriyordu hayatımıza, bizi silkeliyor, anlamaya hazırsak neyin daha önemli olduğunu bize hatırlatıyor ve özümüzü korumak için mücadeleye sokuyorlardı bizi. Kendini gerçekleştirme diyorlardı buna ve kendini ne kadar gerçekleştirebildiğindi hayatta tek aslolan. (* Kimsin sen? Kim olmaya karar verdin. Kendini seçtin mi? Yoksa başkalarının seçimlerinden mi etkilendin? Unutma, sen sadece olmaya karar verdiğin kişisin.) [s. 376]
  • ... kalbinde gökkuşağı doğuran duygularını baskılayarak. [s. 385]
  • Rüyalarımız değil miydi gönlümüzün eksikliğini çektiği imkânsızlıklarla buluşabildiğimiz tek yer? [s. 392]
  • ... aslında mutfaktaki atmosfer, bir kitap incelemesinden ziyade yoğun bir enerji paylaşımı gibiydi. Karşılıklı sevgi üretmeye başlamış iki beden, sessizliğin içinde, birbirlerine hiç dokunmadan enerjilerini bulaştırabilirdi. – bunu biliyordu, çünkü ne zaman –‘i düşünse ondan akan enerjinin bedeninde dolandığını, kalbine dokunup ritmini hızlandırdığını, düşüncelerinde gezinip kendine yuva bulduğunu hisseder olmuştu. [s. 451]
  • Çünkü sahibini bulmuş bir erkek başkasına el süremezdi. [s. 459]
  • Varlığından böylesine beslendiğini anladığın anda o şeyi silmek zorunda olmak nasıl da yıkıcıydı. ... en büyük acımasızlık galiba birini unutmak zorunda olmaktı. Ondan kalbini kurtarmak için kalbine bulaşmış olduğu kısmı kesip atmak, gerekirse kalpsizleşmek lazımdı. ...... kendine kızdı, ne yapıyorlarsa yapsınlardı! İnsan hiç sahip olmadığı bir şeyi kaybedebilir miydi? [ss. 462-463]
  • ... dün onun hakkında öğrendiği onca iğrenç şeye rağmen yine de varlığında huzur buluyordu. ... Sanki iki ayrı kişiydi -, biri (kendindeki) idi, diğeri ise ... ahlaksız bir ruha sahip bir serseriydi... kiminse kimindi. [ss. 479-480]
  • ... sustuğu anda onu kollarının arasına alıp öpmekten alıkoyamayacaktı kendini. İradesi tükenmişti. Âşk, iradeyi tüketen en görünmez şeydi. [s. 483]
  • Birlikte olmayı seçtiğimiz insan kendi yolculuğumuzun pusulası hâline geliyordu zamanla. [s. 503]
  • ... hayalinde yaşattığın kişi için önemsiz olmak, değersizliğin zirvesi değil miydi? [s. 515]
  • Almak istediği yer kalbi değildi, hayatıydı, hayatına almak istedi (onu), onda yaşamak, onda nefes almak ve onda doğmak istedi. .... Bir gölge gibi o bedeni dolamak, saçlarında gezinmek, rüzgâr olup yüzüne esmek, nefesle içine girmek, yüreğinde atış olmak, damarlarında koşmak, zihnine ulaşmak ve fikrinde doğmak istedi. [s. 521]
  • ... daha fazla geçmişi düşünemeden, onun seçimlerini yargılayamadan, suçlamadan izin verdi (ona) parmaklarını tutması için. Yaşadığı her şeye rağmen onunla bir dans etmenin anısını hediye edecekti kendisine. [s. 528]
  • Yalnızdık, hatta bazılarımız yapayalnızdık. ... öyle yalnızdık ki sığınacak bir aşk bulmazsak sanki var olamayacaktık, çünkü aynı anda karşılıklı olarak düşünülmek, hissedilmek, merak edilmek, istenmek öylesine güçlü bir duygu kokteyliydi ki hayatın anlamına ipucu gibiydi. [s. 529]
  • Aşk, eğer gerçekse, engellenemezdi. [s. 531]
  • Bir Cumhuriyet kadını olarak, temsil ettiği her şeye yargılı olan bu adamın kollarında var oldu. Tüm bu zıtlıkların bir anlamı vardı, zıtlıkların içinde anlamları görebilenler hayatın mucizeleriyle tanışırdı. [s. 534]
  • Hayatı kucaklamak, yargılamadan sana getirdiği fırsatları anlayabilmek, yaşamın hiçbir hâlini dışlamamak lazımdı. [s. 539]
  • Yarasından öpülmüştü sanki ve o çiçekler kendisine sunulan bu duygunun çiçekleriydi... Yaralarımızı sessizce görenler, sabırla paylaşmamızı bekleyecek kadar incinmemizden sakınanlar değil miydi gerçek sevenlerimiz? Sevgi sabırdı, inançtı, hissetmekti, anlamaktı. Sayfanın altında küçücük bir vardı "Yaran, ışığın içine sızdığı yerdir” Mevlânâ yazıyordu. ...... "Eksiğim ben. Her şeyim az. Gerideyim. Sana layık değilim. Ne kadar koşarsam koşayım belki sana yetişemeyeceğim ama ardından gelmekten başka yapmak istediğim, yaşamaya dair hissettiğim hiçbir şey yok. Sana adanmak istiyorum...” [s. 563]
  • Zaten aşkın gerçekliği verilen emekten anlaşılırdı. Kolay değildi aşk. Kolaya kaçan kimsenin haddi değildi aşka varmak.” [s. 564]
  • Senden ayrı kalamam..... seni yaşamak istiyorum... Seni benimle paylaşır mısın? [s. 565]
  • Çırılçıplak olmadan, tüm kusurlarımızla soyunmadan, hayaller ve fanteziler üzerine kurulamazdı bir birliktelik. En utandığımız yanlarımızı açmalı, gizlediğimiz her şeyi paylaşmalıydı. Yoksa bir arada olamazdık. ...... Yaralarını sunamadığın biri asla senin eşin değildi ki... [s. 565]
  • Aşk; zamanı bükebilecek, geleceği değiştirebilecek, kaderi yeniden yazabilecek tek şeydi bu gezegende. [s. 566]
  • ... içinde gökkuşakları doğmuş, havai fişekler ateşlenmişti bile. [s. 579]
  • İnsan, kalbi elinde, kalbini verecek birini arayarak gezen, tek varlık bu gezegende. ...... Kalbin elinde, bir pusula tutmuş gibi arıyordun ait olduğun yeri, kişiyi, düşünceyi. [s. 572]
  • ... kendisi gibi..... sanki güneş bile yanmıştı. ...... Onu istiyordu, kendine kabul etmek istemese de bedeninin onu istediğini artık biliyordu, çünkü kalbi hızlanıyor, içindeki evrende bir şeyler oluyordu. Sanki güneşti (o) ve onsuz (kendi) evreni karanlığa gömülmüş, günü bekler gibiydi... Daha önce hiç böyle hissetmemişti, emindi, (o) bu duygunun tek tetikleyicisiydi ve kim bilir şimdi nerede, .... kimlerleydi... [s. 572]
  • Ve sonra aynı anda tüm duyguları coştu. ..... ruhunun topraklarını kattı peşine heyecanının depremleri... duygularının afetinde savruldu..... konuşamadı, düşünemedi...sadece hissedebildi. ..... içinde coşan hayatı hissetti..... istediği, açlığını çektiği, saygı duyduğu, değerini bilmeye yemin ettiği her şey karşısında duruyordu.... onun bedeninde aşk vardı. [s. 574]
  • ..... kollarından tuttu, alnını onun başının arkasına, yemenisine dayadı ve kokladı. Öyle derin çekti ki nefesi içine (onun) tüm korkularını, tereddütlerini, eksik hissetmelerini, onu (kendisinden) alıkoyan her şeyi sanki içine çekip sindirdi, yok etti. (onun) kollarını tutan elleri yavaşça onun bedenine dolandılar, sımsıkı ona sarıldılar ve mırıldandı: "Ruhumun parçası..." [s. 575]
  • ... seni anlamak, şu güzel zihninin yoldaşı olmak  için doğmayı bekler gibi sabırsızlanıyorum... öyle doğallıkla ve ihtiyaçla seviyorum ki ......"Benimle hayatta yürür müsün?" ....."Beni tamamlar mısın?" ..... "çocuklarımızı doğurur musun?" [s. 575]
  • Gerçek sevgide hiçbir zaman kontrol yoktu. İnsan sever. Aniden, çoğu zaman nedenini bilmeden. ..... herkes bir şeyleri sorumlu tutar bir başkasına karşı hissettikleri sevgiden ama sorumlusu ya da nedeni  ne olursa olsun, bedenimiz tarafından üretilmiş en muhteşem kimyasallardan biridir sevgi. ..... Sevgide çabayı mayalayıp değere dönüştürebilenler, ... gerçek aşk ile tanışırlar. Ama her sevgi çabaya dönüşmez, yani aşk öyle kolay mayalanamaz, doğamaz. İşte bu yüzden çabaya âşıktır aşk. Hissedenin kudretine, sadakatine ve en önemlisi samimiyetine bağımlı olarak koyar kendini ortaya coşkulu bir fütursuzlukta. ...... Emektir. Gayrettir. Mücadeledir. En çok da kişinin kendisiyle mücadelesidir. ..... hayatın içinde kendilerini arayan iki ruhtu, önyargılarında sıyrılabilen herkes gibi, kendilerini zıtlıkların içinde birbirlerinde buldular. Önyargılarından sıyrılamayanlarsa hep kayıptılar. [s. 576]

Comments

Popular Posts