Doğal Roman / Georgi Gospodinov..
Be Water kafe bibliyoterapi atölyesi kapsamında Temmuz kitabı olarak okuduğumuz bu eser kendi adıma inanılmaz beğendiğim bir roman oldu. Yazarın kendisinden de bu tip bir roman kurgusunun varlığından da haberim yoktu. Tabi ta ki bu kitaba kadar. Ne kadar beğendiğimi size anlatamam.
Kitabın kapağını görür görmez -zaman zaman kapaklara göre de değerlendirengillerden olabildiğimi biliyorsunuz :-)- çokta içimin açıldığını söyleyemeyeceğim :-) Ancak içinde kapakla ilgili yazımlar da olmakla birlikte, onların ve kitaptaki pek çok şeyin metaforlardan ilerleyen inanılmaz sembolik bir anlatım ile bize aktarıldığını söylememe sanırım gerek yok.
Hem içindeki ilerleyen kurgusal hikaye hem de onlar üzerinden aktarılan düşünsel pratikler çok ama çok hoşuma gitti. Ve aslında bugüne kadar ‘bir kitap yazsam böyle olurdu ancak bunun bir tarz olduğunu bilmiyordum’ desem yalan olmaz. O yüzden de açıdan da kitap beni çok sevindirdi. Yani kafamdan geçenin aslında abuk bir şey olmadığını görmüş oldum :-) E tabii kolektif bilinçten çektiğim aşikar.
Özetle vaktiniz olursa böylesi orijinal -hem de yaşayan- bir yazarın, bir o kadar orijinal bu kitabını okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Türkçe’ye çevrilmiş birkaç tane kitabı daha varmış. Onların da yine orijinal kitap isimlerine sahip olduğunu görmek beni direk cezbetti haliyle. Şimdiden bir tanesini edindim bile.
Vesselam özellikle de kelimelerle bi olayı olanların çok keyif alacağını düşünüyorum.
Meraklısına: Dehşet güzel alıntılarını sıralamadan önce, Funda Hanım’ın toplantıda aktardıklarından aldığım notları paylaşmak isterim:
- Tam bir postmodern kitap örneği.
- ‘Kafadaki sinek’ Wittgenstein’a bir gönderme.
- sineğe çıkış yolunu göstermek = amacın ne?
- Kitabın felsefesi modernizm üzerine yani dile getirilen ve getirilemeyen.
- Örneğin bir Rus’un soğuk anlayışı, bir başkasının ayrılık acısı vb. hepsi farklıdır. O yüzden de doğaldır.
- “Konuşmayı öğrenmek, o dili öğrenmek değildir.”
- Postmodernizm, kapitalizmin geç dönemi ya da 3. dönemi olarak adlandırılan zaman diliminde ortaya çıkmıştır. (Sayfa 43’teki buna karşılık gelen bir cümledir)
- Kapitalizmi eleştiriyor ancak eleştiriyor gibi de görünmüyor.
- Açık, anlaşılır şekilde anlatmaması iyi bir eser olduğunu göstermiyor = Kitapta ‘örtük anlatı’ söz konusu.
- ‘Ne gerçek?, ne değil?’, tam anlaşılamayan durumlar var kitapta. Ki bu da kitabın bir diğer kapitalizm eleştirisi olarak yer alıyor.
- ‘Negatif özgürlük’ kavramına da değiniyor kitap. = Tek ‘kendi ol’duğu yer tuvalet.
- İdrar da hayatın metaforu olarak var kitapta.
- Evlilik de kapitalizimle değişiyor.
- Tuvalet gibi çirkin bir şey anlatılırken bile edebiyat onu estetize ediyor.
- Postmodernizimde ‘metinlerarasılık’ var ama bu kitap öyle değil; bu yönden de kuramı eleştiriyor.
- Modernizim ile postmodernizm arasındaki en önemli fark: modernizmin ‘özne’, postmodernizmin ‘söylem’ üzerinden ilerlemesi.
- Tuvalet ve evlilik = iki söylemden gidiyor, bu postmodern kitap (postmodern söylem bağlamında).
- Bir kavramı ele alıp derdini onun üzerinden yürütüyor.
- İşte postmodernizm, söylemlerle ilgileniyor (kişi veya özne ile değil).
- Beynindeki sineği özgür bırakıp kendi söylemini yaratan, postmodernizim oluyor.
- Dünya birdir ve roman onu birleştirir. Başlangıçlar verilmiştir, kombinasyonlar sayısızdır. Her kahraman, öyküsünün kendisine biçtiği kaderinden kurtulmuştur. Başı kesilen romanların ilk bölümleri boşlukta panspermia gibi dolaşmaya ve doğumlara neden olmaya başlar - ne dersin, Anaksagoras? Veya biraz abartılı da olsa Empedokles ne güzel söylemiş: "Yerden boyunsuz bir sürü baş çıktı, oraya buraya sallanan omuzsuz çıplak kollar, üzerinde alnı olmayan gözler birleşmek için etrafta dolaşıyordu." Daha sonra her şey her şekilde gelişebilir. Örneğin Başsız Atlı, Rostovların verdiği davette ortaya çıkabilir ve Holden Caulfield'in ağzından küfürler savurabilir. Başka şeyler de olabilir. Ama Başlangıçların Romanı'nda hiçbir şey betimlenmeyecek. O sadece ilk hareket gücünü sağlayacak ve bir sonraki başlangıcın gölgesine çekilerek kahramanların durumun gerektirdiği şekilde eşleşmelerine izin verecek kadar anlayışlı olacak. Ben buna Doğal Roman derdim. [s. 22]
- Yabancı bir yerde, yabancı bir şehrin sokaklarında, hiç kimseyi tanımadığın ve birileri tarafından tanınmanın söz konusu olmadığı bir ülkede tek başına olmak insana garip bir keyif veriyordu. [s. 57]
- Bir zamanlar Kinks şöyle diyordu: İnsanlar varolduklarını ispatlamak için Birbirlerinin resmini çekiyorlar. [s. 58]
- Yıllar önce bir kıza şahsen söylemeye asla cüret edemediğim bir şeyi ilk defa bir mektupta söyleme cesareti bulmuştum. Mektubun sıradışı özelliğinden dolayı nedense yeşil kalem kullandığımı hatırlıyorum. "Her şey yeşil kalemle yazılabilir," diyor Kharms. [s. 64]
- İtalya yine de çekiciydi. Bütün o sesli harfleri ve kaygan "I"si ile kulağa yumuşak ve rahatlatıcı geliyordu. [s. 68]
- Sokaklarda bir defterle dolaşıp gördüğüm her şeyi not etmeye çalışıyordum. …. Bu defteri bir yerlere tıkmıştım ve şimdi, taşınma esnasında onu bulduğumda, alelacele yazdığım cümleleri uzun uzun okumak zorunda kaldım. Sanki film banyo ediyordum. [s. 69]
- İlk iki sayfaya titizlikle en önemli İtalyanca ifadeleri yazmıştım, her zaman elimin altında olsunlar diye. Şimdi benim için eşsiz bir belge. O zamanki korku ve isteklerimin ayrıntılı bir sözlüğü gibi bir şey adeta.
param yok-non avere soldituvalet-toalettadiş ağrısı-mal di dentidoktor-medicoeczane-farmaciaçabuk-presto akşam yemeği-cenane zaman - quandrokaç quantonasıl-comeâşık- innamoratobekâr-scapolo kadın-donnagüzel-bellagünbatımı-tramontoöpücük-bacio
- Ve daha sonra, o zamanki tüm saflığımla tuttuğum notlar. 20 Eylül
- Milano-Venedik treninde yazıyorum. Bunu Venedik treninde yazıyor olmanın keyfi için yapıyorum... [s. 69]
- Aklıma uçakta gelen bir cümle: "Bakışımı bulut otlasın diye aşağıya bırakıyorum." Otuz üç defa tekrarlandığında meditasyon cümlesi etkisi yapıyor. ….. Çok resmedilmiş bu Venedik, o kadar süslenmiş, o kadar gümüşle kaplanmış ki. Sonra bir buçuk saat boyunca bir ağaca bakıyorum ve kartpostal kusuyorum. [s. 70]
- Sürüden bir an için ayrılan, defterini açan ve kurbanını titizlikle kaydeden bir kurda benziyorum. …. Gün artık bitmek üzere ve ben hakkında hiçbir şey yazmamıştım. Bana küsecek ve şimdilik tek başıma kaldığım camera per due'nin terası altında şırıldayan Adriyatik'in üzerinde hep böyle batar halde donup kalacak. ….. Çekiciliğinin bir kısmı Portekizli olmasından mı kaynaklanıyor acaba? O kadar portakal çağrışımlı bir isme sahip, kıtanın ta diğer ucuna itilmiş, ayaklarını neredeyse okyanusa sokmuş bir ülke. [s. 71]
- Bir daha hiç görüşmeyeceğimizi biliyordum. Bunu o da biliyordu. Böyle bir mahkûmiyet duygusu tüm ilişkiyi bir-iki saatte yaşamana neden oluyor. [s. 72]
- Beyaz gül, suskunluğun ve ketumluğun sembolü olagelmiştir. Bir odada itiraf mahiyetli veya çok samimi bir konuşma yapılacaksa etrafa beyaz güller konulurdu. Gül altında söylemek tabiri günümüze kadar ulaşmıştır. Sub rosa dictum.…. Sedef otu ise oyun kartlarındaki sinek şekli için model teşkil etmesiyle ünlüdür. Amatör Çiçekseverin Rehberi, 1913 [s. 77]
- Çok geç farkına varıyoruz, artık baştan çıkarıldıktan sonra. Büyük Ayartıcı'ya Tanrı ismini vermek en kolayı olur. "Tanrı" derken aslında "dil"i kastettiğimiz konusunda uzlaşırsak bunu kabul ederim. Söz değil, dil. O (Tanrı veya dil) aslında şunun şurasında altı gün konuşmuş sadece. Altıncı gün son kelime olarak insanı telaffuz etmiş. O günden sonra da sesi çıkmamış. Ona her türden kelimeler atfetmişler ama ona ait olduklarını sanmıyorum. Çünkü o, kelimelerle konuşmaz; o, kelimelerle yaratır. Onun Dilinin telaffuz ettiği şeyler, telaffuz edildikleri anda gerçekleşmiştir. Daha sonra hiç kimse onun diline ulaşamamıştır. Oysa pek çok kişi denemiştir. İncil'in tümü bu çabaların bir ders kitabıdır. Bu anlamda ben Tanrı'nın öğrenilmesine filoloji diyorum. Dil filolojiden önce gelir. Birileri Tanrı diline ulaşmayı başarsa ne olur? (Totolojiden kaçınmak imkânsız.) Böyle bir kişinin öyküsünü kurdum ve içimi korku kapladı.
Dile ulaşan, şu altı günün Diline ulaşan bir adam çıkıyor ortaya. Su deyince önünde okyanus açılıyor, gece deyince gün ânında karanlığa yol veriyor, kadın deyince kadın yanında beliriyor. Böyle bir dil, gerçekleşebilecek bir alan, boşluk ister. Bu dünya, artık gerçekleşmiş bir dünya olarak, bu yeni adamın dili için fazlasıyla dar, hayal gücü için de fazlasıyla cılız kalıyor. Dünyanın kaderi onun ne söyleyeceğine bağlı. Yeni adam üzerine düşen görevin ağırlığına zor dayanıyor. [s. 78]
- Ve onun gibi, ayrıntılarla, sıradan gözün görmediği küçük şeylerle dolu bir roman. [s. 88]
- Ağ, balık yakalamaya yarar - balık yakalandıktan unutulmalıdır. Kapan, tavşanı yakalamaya yarar - tavşan yakalandıktan sonra kapan unutulur. Kelimeler, anlamı yakalamak için kullanılır, anlam yakalandıktan sonra kelimeler unutulabilir. Keşke kelimeleri unutan birini bulabilsem de onunla muhabbet etsem. Chuang Tzu, MÖ 4. yy [s. 90]
- Sabah erken kalkıyorum. Giyinip pazara gidiyorum. Nadiren bir şey alıyorum. Tezgahları ağır ağır dolaşıyorum, tüm meyve ve sebzeleri inceliyorum. Satıcılara dikkat etmiyorum. Sadece bakıyorum. Sıcak renkler ve yuvarlak şekiller üzerinde düşüncelere dalıyorum. Bu egzersize "gözler için vitamin" adını verdim. Sadece harflere baktığın uzun gecelerden sonra iyi geliyor. Sonra gazete alıyorum. Türü fark etmiyor. … Gazetenin arkasına geçip insanların ne konuştuğunu dinliyorum, sohbetlerinin içinde çözülüyorum, kahve içindeki küp şeker gibi. Eğer dikizlemek göz ve bakışla ilgiliyse, gizli gizli dinlemeye ne denir? Bir tür kulak röntgenciliği. [s. 91]
- Kelimelerin nereden çoğaldığını keşfetmem lazım. Yuvalarına, kuluçkaya yattıkları yere, yavrularını doğurdukları yere ulaşmam lazım. Bu yere ne isim vereceğimi bilemiyorum. Hem kesin isimlerden de kaçınmam lazım. Bu yeri yıllardır arıyorum. Çok uzun yıllar, o kadar ki onları saymadım bile. Daha önce ne mi yaptım? Hiçbir şey hatırlamıyorum, hatırlamak istemiyorum. Kelimelerin nasıl çoğaldığını anlamam lazım. Bahçemdeki bitkileri gözlemliyorum. Bir yığın bitki kılavuzum var. [s. 101]
- Niye hiç kimse bir kelimenin ağırlığını hesaplamamış? Yaklaşık olarak. Farklı kelimelerin farklı ağırlıkları vardır herhalde. Kahretsin, beni bu tür eksiklikler rahatsız ediyor. Polen tanesinin, bu zerreciğin ağırlığı biliniyor, kelimelerin ağırlığını ise hiç kimse zahmet edip ölçmemiş. Kelime, onu telaffuz eden sesin ağırlığını mı, yoksa onu yazan mürekkebin ağırlığını mı alır? [s. 102]
- Bilgisizlikleri veya cehaletlerinden dolayı ne çiğnediklerinin farkında olmayan kişiler adına, büyük bir nezaket ve maharetle özür diliyordu. Bu onun göreviydi. Ve yaşadığı sürece dünyanın hassas dengesini bu şekilde korumayı başardı. [s. 104]
- Ve artık kim bilir kaçıncı kez şuna ikna oldum: Metinleri kontrol eden biz değiliz, onlar bizi oyuna getiriyorlar. Biz onları ararken bir yerlere gizleniyorlar ve ancak kendileri karar verdiklerinde çıkıp yüzümüze tokat indiriyorlar. Bir şeyler yapmak lazım.
- Son aylarda daha önce asla cesaret edemediğim bir şey deniyorum. Bitkilerin nasihatlerini dinleyecek zamanım yok. Radikal eylemler gerekli. Kelime yoğunluğunun en yüksek olduğu, kelimelerin vızır vızır kaynadığı yere, kovanın içine girme zamanı. Bu daha uygun bir dille nasıl söylenir, bilemiyorum, ama kısacası - metne hücum ediyorum. Evet, kitapların içine dalıyorum. … Şunu anladım: Ana kelimeler kitaplarda gizleniyor, ama hepsinde değil de romanlarda ve bunların da tümünde değil seçmiş olduğum birkaç romanda (kitaplar bende var ama isimlerini asla söylemem). Bu kelimeler oradan uçup benim isimlendiremediğim şeyleri doğurmaya hazırlar. Bunları içeren kitapları şu ana kadar diğerlerinin arasında nasıl tutabildim, hastalıklı kapaklarının başka masum kitapların kapaklarına sürtünmesine nasıl izin verdim? Onları palmiye ağacından bir kutuda kilitli tutmak lazım, çünkü palmiye ağacı onurludur ve kötülüğü yalıtır. Palmiye ağacından yapılmış kutu ise demir bir kutunun içine konup derinlere, killi bir toprağın içine gömülmeli ki hiçbir şekilde filizlenmesin.…..
Aslında çok daha zor, çünkü bedenim fazlalık oluşturuyor. Ondan sıyrılıp kendimi çıplak bir kelime gibi kelimelerin arasına atmalıyım. Kelimeler arasında bir kelime. [ss. 105-106]
- İnsan herhalde kendi başlangıcını hatırlayamayacak şekilde ayarlanmış. Kendi doğumumla ilgili hatıralarım yok. Hafıza çalışmıyor, beynimizdeki o bölge henüz hazır değil. Başlangıç belirsiz ve şekilsiz. Mecburiyetler zincirine yol açan birkaç tesadüfün toplamı. Yine de başlangıca giden kapı sımsıkı kapalı değildir sürekli. Her zaman bir aralık vardır, geçemeyeceğimiz kadar dar ama arasından yumuşak, pembe, bizi sürekli cezbeden bir ışığın süzülmesine izin verecek kadar da geniş bir aralık. [s. 112]
- Babalar basit şeylerle ilgilenir, yürümeye ne zaman başladığın gibi şeylerle. Hiç kimse ne zaman düşünmeye başladığını sormuyor. İlk düşünceler, adım adım, keşke onlara bir somutluk kazandırabilsem. [s. 113]
- Bir Doğal Roman yazabilmen için gözlerinin sürekli görünür dünyanın üzerinde olması gerekir. Ve benzerlikler kurman. Lahana, Marie Antoinette dönemindeki dik yaka modasını taklit eder her sonbahar. Veya belki Marie Antoinette'in lahanalara karşı zaafı vardı. Tarihin mi botanikten, botaniğin mi tarihten etkilendiğini kim söyleyebilir ki? Doğa Tarihi Romanı bu tür ayrımlar yapmaz. Pazaryeri dün başı kesilmiş Antoinette'lerle doluydu. [s. 120]
- Uzun yıllar önce, çocukluğumda köyde oturuyordum. Dünya hoş görünüyordu o günlerde, yağmur sonrası gibiydi. [s. 122]
- Rüyalar kedi gibidir. Eski evini en son onlar unutur. [s. 136]
Comments
Post a Comment