Bir Kadın / Annie Ernaux..
Yazarın altıncı kitabını da okumuş olmanın gururuyla yazıma başlıyorum. Hatırlayacağınız üzere birkaç ay önce MugaMag kitap kulübümüzde yazarı (Annie Ernaux) seçmiş ve olabildiğince kitaplarından okumaya çalışmıştık. Kendim de o kapsamda Türkçey’e çevrilmiş tüm kitaplarını okuyabilme şansına erişmiştim. Her biri için de blog’ta uzun uzun yorumumu paylaşmıştım.
Velhasıl beş kitabını okuyunca da altıncısı çıkınca tabii ki artık elim mahkûm oldu onu da okumak için. Allah’tan yine kısa kitaplarından biriydi de çabucak bitirebildim. Aslında bir oturuşta maksimum 2 saatte okunabilecek bir kitap ancak kendi adıma bu kitap aralarında en hüzünlü bulduğum ve duygusal açıdan en etkileyici olan eseri oldu. Dolayısıyla o yoğunluğu hafifletmek adına ara vere vere okudum. Buna rağmen kitabı inanılmaz gözyaşlarıyla bitirdiğimi itiraf etmeliyim.
Yazar genelde tek bir odak noktası belirleyip onun üzerinden o konuyu kapsayan yıllarına aktaran bir tarza sahip kısaca özetleyecek olursam kendi çapımda. Bu kitapta aynı minvalde ilerliyor. Ve odak noktasında annesi olarak belirlemiş. Zaten önceki kitaplarında her daim gerek ülkesi gerek içinde bulunduğu koşullar, gerekse de hem annesi hem de babası üzerinden birçok veriye sahibiz aslında. Yani onlara bir şekilde deniyor öncesi eserlerinde de. Fakat yoğunluklu olarak annesine üzerinden ilerliyor hâliyle bu kitap.
Diğerlerinde olduğu gibi ve fakat bunda bence bir tık daha fazla olmak üzere, hem annesine dair gözlemlerini hem de duygularını çok net ve çok çarpıcı bir şekilde ifade ediyor. Diyeceğim o ki, bir yer oluyor net bir şekilde nasıl bir karaktere sahip olduğunu acımasızca eleştiriyor, sonra bir yer giriyor bunun nedenini öyle bir şekilde yazıyor ki o kızgınlığı için hissettiği hüznü dibine kadar siz de hissediyorsunuz bir okur olarak.
Ancak daha önceki kitaplarına dair yorumlarımda da sıklıkla ifade ettiğim üzere, yazara dair en beğendiğim özellik işte tam bu noktada ortaya çıkıyor. Ki o da; tüm bunları çok net, uzatmadan, kısa cümlelerle ve gerçekten oldukça uzun bir zaman dilimi kapsamasına rağmen olabilecek en kompakt hâlde, en en en öz bir şekilde ortaya koymakla kalmıyor, hepsinden öte bunu en etkili şekilde bize aktarıyor. Yani bunu nasıl yapıyor aklım almıyor.
Kendimi onun yerine koyuyorum en küçük günlük bir hadiseyi bile aktarırken tüm detayları vermeden onu olduğu gibi aktaramazmışım hissiyatında oluyorum. Oysa yazar bunu tüm bir ömrü anlatırken, sonsuz bir ustalıkla beceriyor. İşte bu nedenle de bence Nobel’i sonuna kadar hak ediyor. En azından kendi adıma ben bu niteliğinden ötürü onu hak görüyorum açıkçası. Tabi bu bana kalmış sanki de :-)
Neyse ben daha fazla, bakın gördüğünüz üzere bu konuda da uzatmaya gidiyorum, oysaki çok kısa ifade etmeliyim ki okumanızı şiddetle önerdiğim bir roman var karşınızda.
Zaten yazarı seviyorsanız okuyacaksınızdır, yok okumadıysanız da bence bu kitaptan bile başlayabilirsiniz diye düşünmüyor bile değilim. Okuma sıralamasına dair fikrimi önceki yazılarında, -yine- fazlasıyla uzun aktardığım için burada artık kısa kessem en güzel olur. Zaten 60 sayfalık bir şey, elinize geçerse mutlaka bakın derim.
- Anıları çözümlemeyi kolaylaştıran mesafeye erişmek için hastalığı ve ölümü, belki de hayatımdaki diğer olaylar gibi geçmişe karışana dek beklemeliyim. En doğru şekilde yazmayı umduğum şey kuşkusuz aile ile toplumsalın, mit ile tarihin kesiştiği noktada yer alıyor. [s. 17]
- Yüzyıllardır anneden kıza aktarılan bu bilgiler sıra bana gelince durdu; ben sadece bu bilgilerin arşivcisiyim. [s. 19]
- (Birlikte müzeye gittiğimizde, belki de Mısır vazolarına bakmanın hoşnutluğundan daha çok, beni kültürlü insanlara özgü olduğunu bildiği bilgilere, beğenilere yönlendirmenin gururunu yaşıyordu. Dükkânda bırakılmış Confidences dergisini okumak yerine, günü katedraldeki heykelleri, Dickens ve Daudet'yle geçirmek kuşkusuz onunkinden ziyade benim mutluluğum içindi.) Onun babamdan üstün olduğuna inanıyordum, çünkü erkek ve kadın öğretmenlere babamdan daha yakın görünüyordu. Ondaki her şey, otoritesi, istekleri ve hırsı okula uygundu. Kitaplar, kendisine okuduğum şiirler, Rouen'daki çay salonunun pastaları konusunda aramızda bir birlik vardı. Babam bunların dışındaydı; o beni panayıra, sirke, Fernandel'in filmlerine götürür, bana bisiklete binmeyi, bahçedeki sebzeleri tanımayı öğretirdi; onunlayken eğlenirdim, annemleyken de "sohbet" ederdim. İkisi arasında baskın figür annemdi, otoriteyi temsil ederdi. [s. 38]
Comments
Post a Comment