Tokyo’nun Son Çocukları / Yoko Tawada..

Nisan ayı için Be Water kafenin bibliyoterapi atölyesinde okuduğumuz Tokyo’nun Son Çocukları adlı Japon edebiyatına ait eserin adını, ilk kez birkaç ay önce Muga Mag kitap kulübümüzdeki seçkinin seçeneklerinden biri olarak duymuştum. İsmi çok enteresan gelmiş ve nasıl olduğunu çokça merak etmiştim. Ne güzel bir tesadüf oldu ki bibliyoterapi atölyemizin yeni kitabı olarak seçildi. Zira bu atölye kapsamında işleyecek olmamız beni daha çok mutlu etti. Çünkü birçok alt metni olan bir kitap olarak yer alıyor. Okurken her ne kadar sadece bazılarını kendi kafamda algılayıp anlamlandırabilsem de pek çoğunu muhtemelen kaçırmışımdır diye düşünmedim değil. O yüzden de atölye kapsamında irdelemek kendi açımdan çok daha heyecanlı.

Kitaba gelecek olursam, gerçekten çok beğendiğim bir disütopya kitabı oldu. Geçen okuduğum Su Kürü’ne dair yazdıklarımın tam tersi minvalde, bu sefer bir yorumum olduğunu hemen söylemek isterim. Zira o yazımda da belirttiğim gibi aslında bir Damızlık Kızın Öyküsü hayranı olarak disütopya türüne o kadar da uzak değilim. Yani uzak değilim derken kastettiğim şey, sevmiyorum ve okumayı tercih etmiyorum gibi bir durumda değilim. Ancak Su Kürü’nde ne yazık ki umduğumu bulamamış ve hayal kırıklığı yaşamıştım. Bu kitapta ise bir disütopyadan beklediğim her şeyi fazlasıyla bulduğumu, çok tatmin olmuş bir şekilde kitabı bitirdiğimi söylemeliyim. 

Gerçekten 100 sayfalık bir kitap olmasına rağmen olabilecek her şeyi, olabilecek en güzel şekilde bize aktardığı kanısındayım. Ve bunun nedeninin, yazarın iki farklı dile de oldukça hakim olması ve linguistik bir insan olmasının yanı sıra inanılmaz yaratıcılığı olduğu kanaatindeyim. Zira tüm bu durum, hem öykünün kurgulanması açısından bir yaratıcılık hem de yazımı noktasında kelimelerin kullanımı açısından müthiş bir yaratıcılık olarak somutlaşmış kanımca. 

Kaldı ki çevirmenimiz de aynı minvalde bir yapıya sahip olduğu için Türkçe çevirisinin de muhteşem güzellikte olduğunu söylemeliyim. Zira bence Japonca da okusak ancak bu kadar güzel olurdu. Asla çeviri bir kitap okuyormuşum hissini yaşamadım, tek bir noktasında dahi. Bu da bence yine kitabı çokça beğenmemin en önemli nedenlerinden biri olarak yer aldı. 

Ürpertici esprileri de cabası olmakla (ve aslında çokça sevmekle birlikte) konusu, özellikle de yarısından sonra, çocuklar üzerinden ilerlediği için hüzünlü bir hâl alsa da, yazar o anlatımı asla ajite etmeden ve muhteşem bir şekilde ortaya koyuyor kanaatince. Biliyorsunuz pek öykünün içeriğine dair bir şeyler söylemiyorum nitekim bunda da aynı şeyi yapacağım. Sadece deminden beri durup durup söylediğim şeyi son bir kez daha tekrarlamak isterim ki bence okumanızda büyük fayda var. Dünyanın ve insanlığın geleceği açısından da şu anki insanoğluna oldukça önemli söylemlerde bulunan ve çokça etkileyici bir edebiyat eseri bulacaksınız karşınızda.

Meraklısına: Yine oldukça keyifli ve tatminkâr geçen Be Water toplantımızda ise 

  • kitabı, küreselleşme karşıtlığı üzerinden ele aldık. 
  • Kitabın, küreselleşmenin bireysel özgünlüğümüz olan otantikliğimizi yitirmemize yol açan bir olgu olmasının karşıtlığı olduğunu öğrendik. 
  • “Küreselleşme; kültürel alanda homojen bir dünya oluşturulmaya çalışılırken, etnik farklılıkların ve yerel kültürlerin canlandırılmasını, bütünleştirilme ve ayrıştırılma süreçlerinin bir arada yürütülmesini amaçlar.”
  • Küresel hibritleşme
  • Kitaptaki temalardan birinin de ‘androjen kültür’ olduğu vurgulandı.

Meraklısına 2: Kitapta öyle şahane, orijinal tanımlamalar var ki aşağıya olabildiğince alıntılamadan edemedim. Ve bir de bir ‘eşya mezarlığı’ [s. 32] olayı ile Yaşayalım Yeter Günü [s. 40] favorim olan yeni özel günler listesi var ki yazar öylesine güzel betimlemiş ki hayran kaldım.

  • Mumei omuzlarını gerdi, göğsünü şişirdi ve kanat açan bir kuş gibi kollarını havaya kaldırdı. [s. 5]
  • Şimdiyse beğenilerini tuğla gibi kullanıp kişilik diyebileceği müstakil bir ev inşa etme ihtiyacı kalmamıştı. [s. 7]
  • Orada her gün çalışmasına rağmen sabahları sanki kutsal bir mâbede ilk kez adım atıyormuş gibi bir duyguya kapılırdı. [s. 12]
  • Mumei için sözcük, bakışlarını ayırmadan beklediği takdirde hareket etmeye başlayabilecek bir hayvandan farksızdı. [s. 22]
  • Yer adları eserin içerisinde kan damarları gibi ince dallar halinde yayılmış, köklerini salıvermişti, yalnızca onları silmek mümkün değildi. [s. 33]
  • Otoriterlik, baba gibi kolay yaralanan, hantal canlıyı korumak için yegane yol gibi görünüyordu. [s. 34]
  • Sözcük matkabının darbeleriyle kan revan içinde kalan … [s. 35]
  • …. ve yüz yıldan fazla süredir inandığı doğrulardan şüphe duyacak cesaret lazımdı ona. Gururu ceket gibi kolayca çıkarıp atarak hafif giysilerle, kısa kollularla kalmalıydı. [s. 37]
  • Yeme şeklinin tektipleştirilip ritüel haline getirilmesi ile o ekşi tadın harekete geçirdiği tehlike sinyalinin görmezden gelineceğine inanıyorlardı belki de. [s. 41]
  • Biraz olsun İngilizce bilmek belirli bir yaşın üzerinde olmanın kanıtıydı. [s. 43]
  • ... kamusal alanlarda 40 saniyeden uzun süreyle yabancı dilde şarkı söylemek yasaktı. Çeviri roman yayınlanmıyordu. [s. 43]
  • ... cehennemin derinliklerindeki tünellerden keserek gelen rüzgâra çağrıştıran ürkütücü elektrikli süpürge sesine nefret ettiği şeyler listesinin ilk sırasına koyan Yoşiro’nun minnet duyacağım bir dönemdi. [s. 45]
  • Ağırdan alarak, bir ağaç gölgesinde tırmalayan kedi yavrusu gibi yavaş yavaş yazıyordu kelimeyi. [s. 49]
  • Menekşeye dostum dediği, sinir otuna dönüp el salladığı, çoban çantasına selam verdiği, kozmosa aşk mektubu yazdığı halde pazar günü geldiğinde bitkileri kökünden budayıp baskılayarak iki boyutlu hale dönüştürüyor, onları kartpostal yaparak satıyordu. [s. 50]
  • Konuşma kesilmesin diye, gözünün önünde aniden beliren bir pamuk tomurcuğuna yakalamaya çalışırmış gibi. [s. 52]
  • Günlük yaşam adı verilen meyve [s. 54]
  • Görünmez bir el baktığı metnin bir kısmını kapatıp okumasına engel oluyordu adeta, kar postaların da bu hissediliyordu. [s. 54]
  • Kucağında bebeğiyle dışarı çıkmaktan ziyade, hiç dünyasına bebek arabasına yükleyerek uzaklaşıyormuş gibi bir hali oluyordu. [s. 58]
  • … gibi, parçalanmış halleriyle havada gezinen kırıntılar kulağına ulaşıyordu. [s. 58]
  • …. umudu bu gece deniz feneri gibi döne döne dört bir yanı aydınlattıysa da suyun üzerinde hiçbir kıpırtı belirmedi. [s. 69]
  • Aslında yoldaş demek istemiş, ama bu sözcüye yapışıp kalmış bellek kırıntılarını bir kenara atmak için yol arkadaşı sözcüğü çıkmıştı ağzından belki de. [s. 70]
  • Yaz-kış, güneş henüz tırnaklarını ufuk çizgisine geçirip kendini iyice yukarıya çekmeden önce kalkar…. [s. 71]
  • Siluetleri mürekkeple boyanmış gibi görünen uzaklardaki tepelere ve ağaç gölgelerine baktığı sırada karanlığın içinde iki ışık gözü açıldı. [s. 72]
  • Marika yer minderinin ortasında kalçasını yerleştirebileceği yeri bulunca oraya kök salacakmış gibi oturdu. [s. 74]
  • Söylediğimi söylemediği sözler konu kıvrandırıyormuş gibiydi, nihayet kendini -bir not defterinden bir sayfa yırtmış da buruşturarak top yapıp çöp sepetine atıyor muş gibi- onlardan kopardı ve yola koyuldu. [s. 74]
  • Kucağına aldığında, iki vücudun görünmez damarlarla birbirine bağlı olduğu hissine kapılıp onu hemen kendinden ayırdığı da olmuştu. [s. 76]
  • …. tekrar görmeye gitme isteği gelgit dalgası gibi kabardığında o duygularını kartpostalın küçük dörtgeni içerisine sığdırıp dalganın geçmesini bekliyordu. [ss. 80-81]
  • Bu lafını unutma fırınına atmıştı, ama çok sonraları küllerin arasından fısıltılar duymuştum. [s. 89]
  • Yan evden mavi gökyüzüne karışırcasına bir kız çocuğunun şarkı sesi duyuldu. [s. 90]
  • Demlik gibi kaynamaya başlayan başını [s. 96]
  • Büyük dedesi ölü, kullanılmayan sözcükleri aklında saklı tutuyordu. Mutfak gereçleri veya oyuncaklar söz konusu olduğunda kullanılmayanları hemen atan adam sözcükleri beynine doldurmuş, bir türlü bırakmıyordu. [s.100]
  • Çocukların sözcükleri ekmelerini, toplamalarını, biçmelerini, onları yemelerini, bu sayede gürbüzleşmelerini diliyordu. [s.105]

Comments