Pi / Azra Kohen..

Ve bu kitapla birlikte, Çi yazımda değindiğim hususun yani neden dizinin 2. sezonda öyle bir hâl aldığının ve zaten ne yazık ki istenildiği gibi (olması gerektiği gibi) çekilemeyeceğini çok net anladım. Çünkü Ali karakterinin öylesine güzel çizilmişken kenarda bırakılması, Ada’nın olaylarına hiç girilmemesi, Göksel’in neler neler olması! (o olaylar ki ah o olaylara hiç mi hiç değinile-me-mesi), Sadık olayının dizideki finali her ne kadar çarpıcı ve etkili olsa da gerçeğin, hele ki Özge ile yaşananların hiç anlatılmaması, olayın meğer hiç de Duru ekseninde hatta Can eksenin de dönmüyor olmasının göz ardı edilmesi, verilen o tüm bilimsel bilgilerin hasır altı edilmesi :(, Deniz’in dönüşümünün nasıl ama nasıl olur da hiç kaile alınmaması ve nice durumun-karakterin hiç edildiğini okumak çok üzücüydü. Oysa ki inanılmaz güzel bir dizi serisi de olabilirdi. Şimdi değil belki ancak gelecekte dilerim, hakkınca çekilmiş bir versiyonunu izleyebiliriz. Serinin İtalya’da da yayınlanması bu anlamda nasıl mutlu ve umutlu kıldı beni anlatamam :) Ey İtalyan sineması, ey Ferzan Özpetek’imiz duy beni, duy BİZ’i..
Dolayısıyla öyle ki, Çi’deki kabuk kırılmasından sonra Pi’de hikâyelerimiz (ne kadar hikâye demek doğru, orası başka. ‘gerçeğin bir yansıması’ demek bence daha yerinde) öyle bir hâl alıyor, kabuklarını öyle güzel açıyor, katman katman karşımızda beliriyor ki 3. kitap zirve yapıyor. Aslında tam ‘keşke ilk çıktığında okusaydım’ diyecek oluyorum ki her şeyin bir zamanı olduğunu hatırlıyorum ve aynı noktanın kitapta da vuku bulması, o olgunlaşmanın veya daha doğrusu o ‘olma hâli’ne gelinmesinin ince ince işlenmiş olduğunu görüyor olmanın hissiyle tebessümlerden tebessüm beğeniyorum :)
Heyecanını ve merakını kaybettirmeden o 600 küsur sayfanın nasıl bittiğini anlayamadığım Pi’de, aslında sadece bizim ülkeye olmasa da, dünyanın çeşitli ülkelerinde benzer mevzular söz konusu olsa da; tabii ki olayları kendimiz açısından okuduğum için hüzünlenip içime kaçtığımı da ifade etmem gerekiyor. Dilerim ki kitapları, ve özellikle Pi’yi, o mevzuları hiç kafasından geçirmemiş bireyler de okur ki hepimiz bir noktada dengeye gelir, dengede kavuşabiliriz. Ümit etmeyi, dilemeyi tercih ediyorum. Çünkü okudukça hüzünleniyorum. Nitekim o Deniz’in dedikleri, (merak etmeyin sürprizi bozacak ifadelerden kaçınıyorum ;) ), Özge ile diyalogları bir bir işledi içime :(
Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim bir nokta var ki o da Maslow! Şöyle ki tam da teee yıllar sonra, üniversite döneminden beri ilk kez Maslow’a taktığım bir dönemde, kitapta karşıma çıkması inanılmaz şaşırttı. Tesadüf diyeceğim ancak Azra Hanım’ın kitapta da çokça değindiği gibi tesadüf diye bir şey olmadığına inanıyorum. Onun tanımlamasıyla ‘evrenin matematiği’ beni gafil avladı :) İyi ki avladı çünkü o kadar sosyal bilim kitabında, tonla farklı versiyonda Maslow’la karşılaşmama rağmen Pi’deki vurgu tam da aradığım çıktı desem! Hoş düşününce, bilimsel-akademik kitaplarda, konsept gereği olmadıkça değinilemeyecek bir açıdan olaya girmesi, yaptığı açıklama o kadar yerine oturdu ki kafamda. Kafamda ‘kabul etmem gerekir dediğim ancak içimin rahat etmediği’ noktaların, bu yaşımda, o kadar kitaptan sonra aklıma gelmeyen (belki de geldi aklıma ancak ya olur da yanlış olan bensem deyip ötelediğim) bir bakış açısıyla vermesi o kadar şaşırttı ve yola getirdi ki ;) Ah Maslow ah, yaptın bi piramit gittin, yıl olmuş 2019 hâlen debeleniyoruz vesselam :) alacağın olsun mirim :)
Tabii tam oradan şu soruya atlamadım değil; ben Özge miyim yoksa Bilge mi (sanırım Bilge) ve ben Deniz’i mi dilerdim Ali’yi mi (net Ali’yi :) ). Ya siz? Yoksa Duru mu yoksa Can mı? E azcık onlardan da içimizde yok değiliz. Sonuçta Maslow konusunu açmamın, daha doğrusu Maslow’un masasına oturmamın nedeni de biraz o değil mi zaten? Dr. Jekyll ve Mr. Hyde bu yüz yılda da içimizde yaşıyor zira. Öyle değil mi?
Özetle, okuyun, okutun, tartışalım, konuşalım, birlikte yükselelim diyorum. Gözünüzü, gözümüzü seveyim.
Meraklısına: Tabii ki, sırayı bozmamak adına ve delicesine Gör Beni’yi merak etme aşkına, acilinden Aeden’a başladım. Diğer evrenlerde görüşmek adına sevdicekler :*

  • “Bilmedikleriyse o dokunulmazlığın Özge’ye evren tarafından kendi potansiyeline ne olursa olsun hizmet etmeyi seçtiği anda verildiğiydi.” [s. 7]
  • “Kadının suratındaki hüzün ağır geldi Sadık’a, içten içe istenilmediğini bilen ama çok isteyen her akıllı, iyi kadında vardı aynı hüzün. Görmeye cesaret edebilen her erkek için orada, gözlerinin içinde, umutsuzluğun açlıkla umut beklediği o çorak yerdeydi. Daha fazla nasıl kamufle olabilirdi?” “Hiçbir şey hissetmediği bu kadını yanında tutmak için ne yapması gerektiğini düşünürken, “Özlemle geliyorsun… sana dokunmamı izliyorsun… sonra kaçarcasına gidiyorsun…” demişti Mahizar, kalbini sıkan o dev sancının ağırlığını tek başına taşımaya çalışarak.” [s. 28]
  • “Saatine baktı, istese Can’ı arayabilirdi, jette telefon kapatılmazdı… ama aramayacaktı. Önce ne olduğunu anlamak zorundaydı. Ne olduğunu anlamadan bir insanı kurcalamak o insanı sadece sizden uzaklaştırırdı. Bekleyecekti. Hazırlıklı olmak bazen beklemek demekti.” [s. 41]
  • “İnsanlık, aradığını asla bulamayacağı yerlerde, arayışta kaybolmuştu. Her bar, hayatının aşkını arayanlarla doluydu, bulabilecekleri tek şey kimliksizliğin rehberliğinde samimiyetin sömürüldüğü ilişkilerdi, aynı makyajı çıkınca kendisi olamayan bir kadın gibi.” “Tugay’la gittiği onca barda, eve götürdükleri onca kızda fark etmişti bunu Ada, hepsi arayıştaydı, daha doğrusu onlarınki aslında kayboluştu… Aradıkları şeyi asla bulamayacakları çukurlarda kaybolarak kurtuluyorlardı kendilerinden.” [ss. 42-43]
  • “Düşünmeden attığı her adımda, anlamadan salladığı her başta, her bilmeden yargıladığında, onayladığı her yalanda, kendi kimliğini küçümseyip istenilen olmayı yücelttiği her anda… adım adım buraya gelmeyi seçmişti! Hayat adım adım bir seçimdi. Vardığı yer ağırdı Ada’ya, bir su canlısının dağlara çıkması kadar imkânsız, bir kartalın kümeste yaşaması kadar suniydi… ama buradaydı. Ait olduğu her duygunun varlığını dışladığı bu yerde!” [s. 47]
  • “Deneyimlerini anlamak yerine, kendini kurban ilan edip üzüntüye kapılanların, kendi kendilerini imha etmeleri biyolojik olarak doğaldı. Doğal eliminasyondu bu. Beyinleri adım adım sanki devreleri kapatıyor ve deneyimle baş edemiyorsan öl diyordu bedene. Öl, belki sonra bir daha doğarsın, bir daha doğar belki o zaman anlarsın… Hayatın sana ne anlatmak istediğini anlayana kadar buradasın, acıdasın, gerekirse ölür ve yine doğarsın. Acıyı yenip anlayışa çevirene kadar buradasın! Öfkeyi dindirip, nefreti ezip hayatını hedefe dönüştürene kadar yoldasın! Duyguları üzülmek için değil anlamak için yaşadığını fark edene kadar daha çok doğacak ve öleceksin diye düşündü Deniz. Elindeki sopayla her zamanki gibi yere bir daire çizdi. Evren adı verilen bu dev mekanizmanın içinde küçücük bir hücreydi insan, evren koca bir vücutken dünya adlı organın içinde yaşıyordu. O kadar küçüktü ki neredeyse görünmezdi.” [s. 53]
  • “Gittiğin yolla kapsadığın deneyim daima orantılıydı. Pi diyorlardı buna matematikçiler. Dairenin ortasından dümdüz bir yol gibi geçen bu çizginin dairenin büyüklüğünü belirleyen çevre uzunluğuna oranıydı Pi. Seçtiğin yolun kapsayacağın anlama olan oranı gibi asla değişmeyen bir yanı vardı: 3.141592920… ” [s. 53]
  • “Öğrenilmesi gereken sonsuz bilginin sonsuz rakamıydı Pi... Hayat gibi.” [s. 54]
  • “Acıyla inmişti bilgi bedenine, kendisine söylediği her yalanla dövmüştü ruhunu, nihayet uyandırmıştı onu.” [s. 54]
  • “Yaşadıklarından sonra ona asla dokunmamalıydı! Bir adım geriye çekti bedenini içine yuvarlanmaktan sakındığı bir uçurumdan uzaklaşırcasına… ” [s. 59]
  • “İnsan yalnızdı. Ne kadar bir arada olursak o kadar yalnızlaşıyor, kalabalıkta kayboluyorduk. Bazen ağladığımızı kafamızın içindeki gürültüden kendimiz bile duymuyorduk. İdare ediyorduk, ta ki gürültüsünü bastırdığımız aklımızın içinde kaybolana kadar. İlk defa anladı Bilge insanlar niye birlikteydi, yalnız kalmamak için değil, kendi içlerinde kaybolduklarında bir diğerinin çekip çıkarması içindi birliktelikler.” [s. 79]
  • (Bilge bakışını yerden ayırmadan cevapladı. “Neden insanların duygularını antidepresan adını verdikleri zehirlerle uyuşturduğunu…”) “Hissetmekten kaçıyorlar. Varoluşunu sistemin monotonluğundan kurtaramadığı için, yaşama motivasyonu yok olan insan, bu motivasyonun yok oluşunun verdiği acıyı, yaşama isteğinin kaybolmasının yarattığı boşluğu hissetmemek adına duygularını sindirmeyi tercih ediyor” dedi.” [s. 97]
  • “Eksikliklerimize odaklanıp inancımızı kaybedersek yeteneklerimiz asla var olamaz. Beslemek lazım, eksikliği ne olursa olsun, insanı beslemek lazım. Kolay değil ama başardığınızda hayatınızda keyif aldığınız her şeyden daha keyifli, daha huzurlu olacaksınız.” [s. 107]
  • “Gecenin kalabalığında, sokaklarda hayata tutunan, umudu başka birinin bedeninde, aşkta bulabilecekleri sanrısıyla gece dışarı çıkan gençlerin arasında yürüdü. Aşkı merkeze koymuş, aracı amaç haline getirmiş herkes gibi mutsuzdular. Tamamlanmak istiyorlardı, eksikliklerini başka birinin şahitliğiyle, sevgisiyle tamamlayabileceklerini sanarak sürekli aranıyorlardı. Bulduklarını sandıkları şeye yapışıp hayattan bekledikleri her şeyi bir kişiye yükleyip birbirlerini sömürüyorlardı.
  • Aşk zannettikleri duygularla tetiklenen cinsellikleri o kadar ilkeldi ki, sevişemiyorlar sadece izledikleri pornoları taklit ediyorlardı. Yanından geçtiği kızların, bir ilgiyle buluşmak için can atan, arayan gözlerinden sakınırcasına eğdi kafasını ve kendilerine söylendiği gibi kendilerini erkek hissedebilmek için arayışta olan oğlanların arasından geçip, yoluna devam etti Deniz.
  • Küflenmiş tazelikleriyle, insan ırkının geleceği, saplandıkları aşk arayışında kaybolmuştu. Eksiklik başka biriyle tamamlanamazdı! Aşk sadece motivasyondu, insanı kendi versiyonunun en iyi haliyle var olabilmesi adına tetikleyen bir motivasyon.
  • Motivasyonu merkeze koyup geri kalan her şeyi ona adamaksa kayboluştu. Biz gelişelim diye hayat tarafından sunulmuş bu araç nasıl olmuştu da bir tuzağa dönüşmüştü? Kendisine takılan akılları paralize eden kocaman bir örümcek ağı gibi yapış yapış ve arayış içinde olanları süründüren bir döngü olmuştu aşk.” [ss. 114-115]
  • “Sadık ayağa kalktı ve kendi gerçeğini hatırladı, yıllar önce feda ettiği onca şeyi feda etmeden önce yaptığı gibi anlamı nihayet yine anlamsızlaştırdı aklında. Aşkı aşağıladı, ama aşkın tekâmüle nasıl hizmet ettiğini, niye var edildiğini hayat nasıl olsa ona öğretecekti. Hiçbir duygumuz nedensiz değildi.” [s. 294] 
  • “Üçüncü basamaktaysa sevgi arayışı başlıyor. Hayatta kalabilen, yaşamını sürdürebilen insan artık sevilmek, ait hissetmek, kabul görmek istiyor. Dünya insanının en çok takıldığı yer işte burası: üçüncü basamak. Milyarlarca insanın karmaşa yaşadığı yer. İnsan ihtiyaç duyduğu sevgiyi bulmakta zorlanınca, kabul görmek için farklı yollara başvurabiliyor. Spor müsabakalarındaki holiganlar, terörist gruplara katılan genç insanlar ya da çıkarı olmadan suça ortaklık edenler, politik gençlik kollarına katılıp kitle suçlarına dahil olanlar ya da önüne gelen erkekle birlikte olup bir süre sonra cinsel istismara uğrayan kadınlar… Hepsi ait olmanın açlığında neye ait olduklarına dikkat etmeden kabul görmeye çalışan üçüncü basamağın tutsaklarıdır maalesef.”
  • Ali düşündü, karnımız doysa da, kafamızı sokacak bir evimiz olsa da, sevilmekle ilgili eksiktik çoğumuz. Bırakın diğerleri tarafından kabul görmeyi anne ve babasının yargısı altında büyümeye çalışarak gelişirken bile eziliyordu çoğu insan. Kendisi de böyle ezilmemiş miydi!?” [ss. 130-131]
  • “Sanki ilk defa göz göze gelmiş gibi odaklandı Ali’nin uzun, kıvrık kirpikli, ballı gözlerine. Kirli sakalın hafifçe kararttığı surat çok erkeksiydi.” [s. 133]
  • Oxytocin: Özellikle kadınlarda doğururken ve süt emzirmede salgılanan, sevilen kişiye dokunulduğunda, sarınıldığında yükselen, sosyal iletişimi güçlendirmede etkili bir bağ kurma hormonu.” [s. 144]
  • “Sizden bir şey rica edebilir miyim?” Ali, her şeyi isteyebilirsin deyip onu kollarının arasına almak, tertemiz başını koklayıp ince, narin vücudunu kendisininkiyle korumak istediğini düşünürken gülümsedi. Kalbi “Her şeyi…” derken, ağzı “Tabii…” dedi.” [s. 145]
  • “Ali ilk defa çıplak düşündü onu, arkasından bakarken. Daha önce birçok kez aklına gelen ve uzaklaştırdığı bu düşünce artık o kadar yakındı ki uzaklaştırsa bile araya koyabileceği mesafe kalmamıştı, çünkü saygısızlık edeceği duygusu da tamamen kalkmıştı. Merak her fikrini kaplamıştı. Ali huzurla baktığında Bilge’ye dokunabilmek için sabırsızlandı. Bir kadını böyle bir saygıyla sevebilmek… böyle bir sevgiyle sarabilmek… böyle tertemiz bir kadına dokunabilmek… çıplaklığının her hücresine kendini tanıtırcasına acele etmeden tenine dokunabilmek… ona kendini hissettirebilmek… Ali daldığı düşünceden sıçrayarak çıktı, çünkü başıboş bıraktığı tulumbanın pompası dışarıya su atmaya başlamış ve Ali’yi ıslatmıştı! Artık sırılsıklamdı… âşıktı.” [s. 145]
  • “İnsan dengede değilse sahip olduğu şeyler sadece oyalamaydı. Sahip oldukları maddelerin oyalamasında hiçlikteydiler.” [s. 169]
  • “Kendini kandıran insanın her an eridiğini düşünmedi.” [s. 186]
  • “Göksel kaldırdı başını, Ada kaplandaki kediyi gördü. Yalnız, kimsesiz, sahipsiz… vahşi. Gözlerine sonbahar doldu yine, tüm yağmurları da beraberinde getirdi ama tuttu kendini, yaşların çıkmasına izin veremezdi…” [s. 198]
  • “Deniz elini Göksel’in omzuna koyup sıktı. “Düşün o zaman. Sen ne işe yaramak istiyorsan o işe yaramak için yaratıldın, ancak ne istediğini düşünürsen, anlarsan olman gereken şeye dönüşeceksin. Kendine, düşünce engelleri koymak yerine en iyi yaptığın şey için emek ver. İşe yarayacak olan sadece yaptıkların değil, sensin! Verdiğin o emekle birlikte işe yarayacaksın. Verilen hiçbir emek asla boşa çıkmaz. Sen çabaya geç, emek ver, evren de sana cevap verir” dedi.” [s. 216]
  • “Anlamıyorsun, o küçücük, kavramları şaşmış, her şeyi anladığını sanan ama içinde yaşadığı kutucuğu evren sanan beynin anlamıyor değil mi! Hayat güçlüyü kayırmıyor, her varlığa güçlü olabilmek, kendi versiyonunun en güçlüsü olabilmek için fırsat veriyor, yaşadığımız her kötü olay aslında bir egzersiz, yaşadığımız her kötü travma aslında zihnimize kazınan bir yol haritası, yaşadığımız her darbe aslında gelişmesi gereken yanımızın aşısı! Evren güçlüyü kayırmıyor, güçlü olabilecekken kendi gücünü bulmayıp saklanmaya çalışanları, kaçanları eliyor! Yaradan’ın adaletini fark edemeyecek kadar zavallısın!” [s. 234]
  • “Muammer Bey derin bir nefes alırken çizgisi hafifledi ve konuşmaya başladı. “Bazen söylemek istediklerin yapmak istediklerini engelleyebilir. O çizgi kendimi eğitmemin çizgisidir. Kelimeleri içinde tutabilmeyi başardığında anlamları korursun. Her aklına geleni söylemek marifet değildir, kendinle savaşamadığının göstergesidir. İnsanın en büyük savaşı kendisiyle olandır, bunu anladığında birçok şey daha kolay gelir. Senin o sevmediğin çizgim benim en sevdiğim çizgi çünkü o çizgi sayesinde bugün hâlâ hayattayım. Aklıma gelenlerin filtresidir o çizgi, kendimle savaşımın ve kendimi yenip anlamı koruyuşumun çizgisidir. Kendiyle savaşmayan insan anlamlanamaz.” [s. 251]
  • “Ece, daha önce yaşadığı o duygu çöktü kalbine ama aklı ona “önemli değil” dedi. Nasılsa Can Manay’la sevişmişti! Kendini yüce hissetti dibe vurmasına bir deneyim daha kala. Bunlar da böyle evrimleşeceklerdi, aşağılana aşağılana, ta ki aşağılanmaya doyup kim olduklarını düşünmeye başladıklarında, belki ilk defa kukla olmaktan çıkacaklar, karşılarındaki erkeği ellerinde tutabilmek için şekilden şekile girmekten vazgeçecekler, bedenlerini bir delik gibi kullandırmak yerine, kimim ben, ne istiyorum diye soracaklardı ilk defa kendilerine! Ve işte bu ilk soruyla başlayacaktı doğum ve “Niye buradayım?” diye devam edecekti. Belki o zaman önce kendilerini, sonra doğuracakları çocukları ve nihayetinde kimliksizlik içinde hapishaneye dönüşmüş bu toplumu kurtaracaklardı. Gerçek kadının doğduğu o gün, erkekliği çükten ibaret sananlar, erkekliği; karakterlileri tüketerek karaktersizliği marifet haline getirmiş toplum, karakterlere sahip çıkmayı ve kadını ellenecek mal gibi gören bu parazit dünyanın insanı da anneyi öğrenecekti.” [ss. 266-267]
  • “Derin bir nefes aldı Bilge yerine çökerken, Ali’nin kendisine odaklanmış bakışının daha ilk andan beri farkındaydı. Başkası olsa diye düşündü, ne kadar rahatsız olabilirdi, karşısında uyandırdığı ilginin hangi eksikliğine odaklanmış bir merak olduğunu düşünür, hissettiği kompleksle kendini nasıl da değersiz hissederdi… Ama başkası değildi Ali. Onun yanında eksik hissedilemezdi, tamamlanmışlık duygusunun kaynağıydı o. Sorgulamadı, Ali’nin kendisinden bir an ayrılmayan gözlerini. Sanki hayatta ilk defa her şey nihayet olması gerektiği gibiydi. Hatta bakılmak, böylesine ilgi uyandırmak keyifliydi.” [s. 271]
  • “Görünmek istediği gibi olan birini… olduğu gibi görünmemek için sürekli savaşta olan birini” dedi Bilge, cümlenin sonunda kafasını önünden kaldırıp baktı Manay’a. Sürekli savaştaydı Can, kendisiyle, istedikleriyle, istemedikleriyle… belki de her şeyle. Kendisiyle savaşta olanlar sonunda her şeyle savaştaydılar.” [s. 289]
  • “Merakla çıkılan keşfin hayal kırıklığından arındırılmış yolculuğu değil miydi aşk?” [s. 290]
  • “Bilge seri ve temkinli kalktı ayağa ve odadan çıkıp gitti. Bir kadın ancak ne zaman gitmesi gerektiğini bilince kendini koruyabilirdi.” [s. 290]
  • “Aklı kaç diye bağırıyordu ama kalbi kal, sana ihtiyacı var diyordu. İhtiyaç. Bir parazitin kana duyduğu ihtiyaç gibi ihtiyacı vardı Can’ın Bilge’ye ve bir koruyucunun korumaya adandığı şeyi koruyabilmek için kurban olmaya hazır olduğu kadar hazırdı Bilge, hiç fark etmese de.” [s. 299]
  • “Kaybedilmiş bir güven yakılmış bir ağaç gibidir. Ne meyve ne de gölge verir. Bitmiştir. Yoktur!” [ss. 321-322]
  • “Yaşadığı acıyı düşününce Duru geldi aklına… derin bir nefes alıp kimsenin anlayamayacağı bir şekilde minnet hissetti ona. Kendini böylesine uyuşturan biri ancak acıyla uyanabilirdi… Aynı yatağında acıyla kıvranan Nihan gibi… ya uyanacak ya da ölecekti.” [s. 334]
  • “İzleyeceği yol çok klişeydi. Ama klişiye klişe yapan daima işe yaraması değil miydi?” [s. 361]
  • “İnsandan da, yaşanmışlıklardan da, dünyada var olan her olgudan da daha güçlü bir şey vardı, gözlerini kapatıp aslolanı hatırladı Ali. Bir yaratıcı vardı, evrenleri yaratan, bu ağaca can veren ve etrafındaki her şeye anlam yükleyen. İnsan hatırladığı sürece o anlamın bir parçasıydı, hissettiklerinde kaybolmamalı ve asla neyin parçası olduğunu unutmamalıydı! Anlamsızlaşmamalıydı. Anlam asla diğerlerine bağlı olamazdı. Hep vardı… fark edilmeyi beklediği yerde hep pusudaydı.” [ss. 362-363]
  • “Kalbi sanki atmıyor göğsünü parçalayıp çıkıp gitmek istiyordu. Daha önce yaşadığı milyonlarca anın hiçbirinde böylesine âciz, böylesine kontrolsüz hissetmemişti kendini Bilge.... ”. “Bilge karanlığın içinde kayboldukça elbisesinin parıltılarının artmasını izledi Can. Çıplak sırtının kemikleri her adımda kıvrılıyordu sanki… daha önce hiç dokunulmamış, hiç hissettirilmemiş, kendini hazza bırakmamış bir tenin çekiciliğiyle.” [s. 364]
  • “İçindeki karmaşaya bulanmak, ağzından çıkan nefesi içine almak, dudaklarının dokusunu tatmak, dinlediği tüm o fikirlere beden olmuş bu bedende hayat yaratmak, ondan çocuk yapmak, onunla hayatı paylaşmak, hayatı onunla paylaşmak…” [s. 381]
  • “Ali dondu olduğu yerde… Can sarmaladığı Bilge’yi nefes nefes kokladı boynundan, yavaşça kendine döndürdü, sıkıca toplanmış saçlarındaki tokayı çekip çıkardı ve başını saçlarına gömdü… milyonlarca sahteliğin içinde tek bir gerçekliğe dalar gibi daldı o kokunun içine. Tutunmak için çabaladığı dengenin merkezindeydi sanki… Bilge’nin dengesinden beslendi.” [s. 383]
  • “Can bıraktı başını Bilge’nin kucağına, saçlarının arasında gezinen ellerin korumasına… sakinleşti, birkaç dakikada uyumuştu. Daha önce hiç uyumadığı kadar derin bir uykuydu. Hissettiği tek duygu huzurdu.” [s. 384]
  • “zihni onu bir labirent gibi içinde büyüyen duyguya götürüyordu. Analiz etmeliydi. Analiz etmeli ve yaşadığı bu duyguyu ehlileştirmeliydi. Anlamalı ve kontrol altına almalıydı yoksa bir damladan okyanusa dönüşen bu duygunun içinde boğulacak gibi hissetti kendini. Kıyısından geçtiği yaşamın şimdi çok uzağında hissetmeye başladığında gözleri doldu… ” [s. 386]
  • “Durduğunuz yerdi varoluşunuzun değeri. O yer tekâmüle hak kazanıp kazanmadığınızı belirleyecekti. İşte bu yüzden, nerede durduğunuzu iyi bilecektiniz, niye orada durduğunuzu asla unutmayacak ve asla yerinizden oynamayacaktınız, şartlar ne olursa olsun.” [s. 391]
  • “Bir şey sizi rahatsız ediyorsa şöyle düşünün: Belki de siz onu değiştirmek için geldiniz bu dünyaya. Çünkü rahatsız olmanızda bile bir bildiği var hayatın.” [s. 453]
  • “Şehvet… çok derinlerde birbirinin hayvanını görmeyenlerin ulaşamayacağı kadar derinlerde bir kaynaktı. Bir gecede tanıdığın, birkaç bakışta hoşlandığın, birkaç kelimeyle kendini anlattığın biriyle asla dalamayacağın derinlikteydi. Ona ulaşabilmek için karşındakinin ruhunu gözlerinden görmen gerekirdi.” [s. 490]
  • “Sevgiye aç hayvanları tarafından parçalanmış ruhları, her şeyi yapmaya, her şeyi olmaya, zevk almasa da zevk vermek için aşağılanmaya hazır bedenlerinde kıvranırken insanlığın anneleri oluyordu bu kızlar… ve bu lanet sevilmeyen annelerden sevilmeyen çocuklara, sevemeyen kocalara ve karılara bulaşıyor, anlamı yutuyordu.” [s. 491]
  • “Bir erkek üzerine atlayan kadına, onu tanımadan katılıyorsa katıldığı şey o kadın değildir, mastürbasyon yapan elleri yerine kullanmak istediği bir vücuttur. Bu nedenle, erkekler, böyle birlikte oldukları kadınları bir dahaki sefere kadar, görmek istemezler. Onlarla herhangi bir şey paylaşmak istemezler, onları sadece bir el gibi kullanmak isterler. Bir erkeği boşaltmaktan çok daha fazlası için doğduğunu düşünüyorum ama tabii benim ne düşündüğümün bir önemi yok, senin kendinle ilgili ne düşündüğünün önemi var.” [s. 492]
  • “Sen kendi değerini bilmezsen diğerleri senin değerini nasıl bilecek?” diye mırıldandı.” “Bak Gülçin, kadınların seçtiği erkekler vardır, bir de kadınlarını seçen erkekler. Seçilen erkek için birtakım fiziksel özelliklerin kadında olması yeterliyken, seçen erkek kadının kim olduğuna odaklanır. Yani görür onu. Eğer sen sürekli, seçilen erkeklerle birlikte olmak için çaba harcarsan, o zaman asla görülmediğin, fark edilmediğin yıkıcı ilişkilerde kaybolursun.” [ss. 491-492]
  • “Sen kendine emek verip, olabileceğin en tam şeye dönüşmek için yola çıkmadan hayatının o erkeği asla bulamayacak seni. Çünkü ancak o yolculukta karşılaşabileceksiniz” dedi Deniz. ” ... “Ne oturup beklemek, ne de barlarda ava çıkmak işe yarıyordu. İnsan kendine giden yola çıktığında, ancak o yolda karşılaşıyordu diğer yarısıyla…” [ss. 492-493]
  • “Hayat her an yüzleştiriyordu aslında bizi kendimizle. Yaşadığımız her sıkıntıda, her hayal kırıklığında, her köşeye sıkışmışlığımızda fark etmemiz gereken, düzeltmemiz gereken bir yönümüz yüzümüze vuruluyordu. Keşke öyle yapmasaydım dediğimiz anlar, iyi ki dediklerimizden fazlalaşınca dengemiz kalmıyordu. Hayatı yasını tutarcasına yaşamaya başlıyorduk. İşte bu yüzden her deneyimimiz kutsaldı çünkü o deneyimler aracılığıyla konuşuyordu hayat bizimle ve analizini yapabildiğimiz kadarını anlayabiliyorduk.” “Acı çekmeden kendimizle yüzleşmeyi hâlâ öğrenememiştik. Çekilen acı, öğrenilen bilgiden önce tutulduğu sürece de yüzleşemeyecektik. Eğlenceye saklanacak, oyalanacaktık, ta ki hayatımız yasını tuttuğumuz bir geçmiş olana kadar. Deneyim çok değerliydi ama seçilebildiği sürece.
  • Peki seçebiliyor muyduk deneyimlerimizi? Evet, sonuçta istemediğimiz şeyler yaşamamız, isteyerek seçtiğimiz diğer deneyimlerin uzantısında oluyordu. Bir kapıdan giriyorduk ve girdiğimiz odanın içinde onlarca kapıdan bir tanesini yine seçiyorduk.” [ss. 515-516]
  • “Her hücresinde kendine yuva bulmuş bu karanlığın panzehiri Özge’nin bedeninden sızıyordu. Aşktı bu panzehirin beslediği şey, kendimizle yüzleşmemiz için vardı aşk, değersizleşen anlamların yeniden hayat bulması için vardı, insan gelişsin, kendiyle savaşabilsin diye yaratılmış en büyük ilaçtı aşk! İnsanın umursamazlığının ve merhametsizliğinin tek ilacıydı… aşk.” [s. 551]
  • “Ne tuhaftı, gözlerimiz aklımızı kör edebiliyordu. İnsan baktığının ötesini görmek istemediği sürece körden beterdi hali, çünkü körler görmediklerini bilerek hayata hazırlanırken, baktığının ötesini göremeyenler gördüklerini sandıkları için hep hazırlıksızdı.” [s. 553]
  • “Gözlerini açmamalıydı! Bu fırtınadan sıyrılmalıydı! Teninde hissettiği nefese yenilmemeliydi ama asıl hissettiği onun acısıydı. O nefesten tenine değiyordu, içine sızmak için öyle ısrarlı ve öyle güçlüydü ki dişlerini sıktı Özge, konuşmayacaktı, içine çekilmek istendiği bu fırtınaya kapılmamalıydı. Yalnız hissettiği için anlamlı geliyordu Sadık’ın kelimeleri, bu hali. Savunmasız olduğu için çekemiyordu elini, korunmasızlıktandı ona gösterdiği sabır.” [s. 554]
  • “Özge’nin narinliği kendi kaba ellerinin arasında ne kadar da çaresizdi…” [s. 555]
  • “Şimşekler çaktı önce Sadık’ın gözlerinde ve tereddütün titremeye dönüştüğü bir hareketle kaydı teninden, Özge hayatının sınavını geçtiğini bilerek adım adım ondan uzaklaşırken Sadık Murat Kolhan yaptığı her yanlışın yüzleşmesindeydi. Ne garipti aşk... Biri için tekâmüle en “büyük araç olabilirken, diğeri için en büyük tuzaktı.” [s. 555]
  • “Gözlerini sildi. Sadık’ın peşinden gelmeyeceğine emindi, ilk defa. Hüzün hissetmek istedi, kaybettiği bir duygunun hüznünü ama doğruda durabilmiş olmanın huzuru o hüznü silip geçti. Çünkü birlikte olmayı seçtiğimiz insan, derinliğimizin, temizliğimizin ölçüsü, kimliğimizin özüydü.” [s. 557]
  • “Tesadüf yoktu bu evrende, insan yaşaması gereken her şeyi yaşamalı, hissetmesi gereken her şeyi hissetmeli ve hayatının analizini yapmalıydı, ancak o zaman hayatın onu buluşturmak istediklerine hazır olabilirdi.” [s. 562]
  • “Konuşursan… seni öpeceğimi biliyorsun… Seni öpersem buna izin vermeyeceğini biliyorum. Seninle savaşamam ve benimle savaşmana izin veremem… Özge...” dedi. Elini Özge’nin kolundan kaydırıp parmaklarına ulaştı, gözlerini onunkilerden ayırmadan, suratını onunkinden uzaklaştırmadan parmaklarını parmaklarına kenetledi. Ve Özge’yi elinden tuttuğu gibi yürüdüğü yere götürdü.” “Deniz’in akıntısına kapılmıştı. Adımları doğal bir istekle onu takip ederken mantığını uyandırmaya çalıştı Özge, ama mantığına baypas gerekliydi! Elini kavrayan güce teslim olmasını engellemek istedi ama kapılıp gitme isteği daha kuvvetliydi. Suratından, özellikle dudaklarından çıkan ateşli basınçla vücudunun alev aldığını hissetti, hava diğerleri için sıcak olmalıydı ama Özge için değildi, sanki dışarıdaki her şey buz kesmişti. Çünkü resmen ateşi yükselmişti.
  • Utanmanın doruklarında, elini çekmedi utanmazca. Erkek diye düşündü, etrafta binlerce ihtirassız iktidarsız varken gerçek erkek kadını böylesine saygıyla utandırabilen değil miydi? Saygıdan ödün vermeden kadını alabilen gerçek erkekti! Tüm bedeninin varlığı sanki elinde toplanmıştı, Deniz’in güçlü parmaklarının arasında kesinlikle dokunulmazdı, ulaşılamazdı.” [ss. 563-564]
  • “Yıllardır izlediği onca dansa, onca şova rağmen, kendisine en heyecan veren şey, çalan müziğin bu alev içindeki bedene bulaşması ve dokunulmak için önce sabırla kazanılması gereken bu muhteşem bedenin o küçücük hareketleriydi… Yavaşça gevşetti parmaklarını Deniz, avucunun içindeki şahini salarcasına…” [s. 565]
  • “Keş olsun ya da olmasın bu varlık kirlenmemişti, tertemizdi. Aşkın kendisiydi.” [s. 570]
  • “Kendini herkesten bu kadar sakınmışken en sakınması gereken kişiye teslim olabileceğini düşünmek ağır geldi Özge’ye. Ve içinden gelen soru davranışa dönüştü, Deniz’in elini çekti, döndürdü onu ve sordu. “Kimsin sen?” “Kendine saygısı olan bir kadın, etkisi ne olursa olsun henüz tanımadığı bir erkeğe dokundurmamalıydı kendini! Ama nedendir geri çekemedi bedenini!” “Kaybolduğum zamanlar oldu ama şimdi görevdeyim ve seninle tanıştığıma bir mucizeye tanıklık edercesine memnun oldum. Sürekli elini tutmak istiyorum çünkü kaybolmandan korkuyorum.” [ss. 573-674]
  • “Deniz biliyordu ama Özge hep konuşsun istiyordu. Hayır dercesine kafasını salladı. İzlediği, dinlediği ve düşündüğü şey tekti. Aşk odaklanabilmek, etrafında olanı teke indirebilmekti. Her şey teke inmişti o an, dünya Özge’deydi.” [s. 575]
  • “ama geri çekti bedenini Özge. Tanımadığı, emin olmadığı birine izin veremezdi!” “Bir an peşinden gitmeyi istedi Deniz ama tuttu kendini, her şey olması gerektiği gibiydi. Bir erkek daha fazlasını istiyorsa emek vermeye hazır olmalıydı, emek vermeden yaklaşılabilenler sadece sahte kadınlardı.” [s. 578]
  • “Duru’nun kaprisleri, anlayışsızlığı, sürekli ilgi bekleyen ama zırnık kadar ilgi göstermeyen halleri arasında bir cehennem, Bilge’nin huzur vermek için elinden geleni yapmaya hazır cennetinin hemen yanındaydı.” [s. 586]
  • “Huzur istiyordu hayatında, kimseyle böyle olmadığı için kendisini yedekte tutan birini değil! Bilge’yi istiyordu, hak ettiği ilgiyi istiyordu, sevgi istiyordu, uyumak istiyordu! Bu pahalı kremin yapıştığı yerde iz bırakan kokusunu değil, Bilge’nin lavanta kokusunu istiyordu!” [s. 587]
  • “En iyi partner kendi eksikliğimizin fazlalığını onda bulabildiğimiz kişidir. Laf olsun diye söylemiyorum, atom bazında geçerli bir konu bu! Sadece mıknatıslar değil, fizik kanunları öyle buyurduğu için zıt kutuplar birbirini gerçekten de çekiyor.” [s. 614]
  • “Şimdi bir düşün, hepimiz bizde olmayanın açlığındayız aynı atomlarımız gibi. Ve kendimizi dengeleyebilmek için arayıştayız, bizi dengeleyecek olanın arayışındayız, yine aynı atomlarımız gibi. Biz de birleşerek ilişkileri oluşturuyoruz, atomların molekülleri oluşturması gibi.” [s. 616]
  • “Aynı insan iradesi gibi, eğer insan dengedeyse iradesi de ezilmeyecek güçlülükte oluyor.” “atomlar da insanlar gibiydi, dengelenmek için birbirlerine ihtiyaçları vardı, eğer doğru kişilerle ilişkiye girerlerse kendilerini buluyorlardı aynı kararlı atomlar gibi, kimseden beklentisi olmayan kararlı kişilere dönüşüyorlardı.” “Bir de ‘kararsız atomlar’ var” dedi, gözlerindeki hüznü Bilge’ye bulaştırırcasına devam etti: “Dengelenemeyen, elektron dengesizliğinde olan ve bu yüzden kolayca parçalanabilen atomlar ve dengelenene kadar yani kararlı bir atoma dönüşene kadar radyoaktif olurlar…. Aynı dengesini bulamayan ve bulmak için çabalarken etrafından yardım almazsa yaşadığı topluma zarar veren bireyler gibi. Teröristler, hırsızlar, katiller, tacizciler… dengesizliğin varlıkları. ‘Denge’ evrenin en temel kanunu… anlasalar da anlamasalar da insanlığın varoluş nedeni Bilge. Denge Yaradan, dengesizlikse şeytan.” [ss. 617-618]
  • “‘Tom’ Yunancada ‘bölünebilir’, ‘A-tom’ ise olumsuzluk ekiyle ‘bölünemez’ demek. Adını filozof Demokritos koymuş. Ta o zamandan bilinmesi ne tuhaf değil mi!?” [s. 619]
  • “bir mıknatısın ancak birleştiğinde kendini bulduğu diğer yarısına çekilmesi gibi çekildi Özge’ye… onu kollarına alması, onunla bir olması sadece bir andı, hayat gibi.” [s. 645]
  • “Doğru insanla aşkın delilik değil, dengenin salimliği olduğunu öğrenmişti Deniz Özge’nin bedeninden ve asla gölgeleri öldüremeyeceğini sadece ışık tutabileceğini öğrenmişti Özge Deniz’le birlikteliğinden. Birbirlerinin dengilerdi, bu yüzden de birlikte dengedelerdi.” [s. 663]
  • “Merdivenlerden inmeye başladığında, “Sen bir yanardağsın” demişti Özge, amfinin dibindeki sesi bağırmasa da her yerdeydi, akustik muhteşemdi. “Kimsenin bilmediği bir volkan” diye eklemişti.
  • Deniz, “Dikkat et patlamayayım” diye karşılık verdi ve öptü Özge’yi.
  • Dudakları ayrıldığında Özge hınzırca, “Bense magma, içindeyim… her yerindeyim. Benle dolusun, patlarsan patla” dedi.” [s. 665]
* Tüm fotoğrafları, imleciniz resmin üzerindeyken sağ klikle yeni pencerede tek başına açarsanız, görseldeki yazıları çok daha büyük okuyabilirsiniz.

Comments