13th..

Geçen hafta yazdığım Loving filmine dair postta;
Korkarım Hollywood, gerçek yaşamda yaşattıklarını film yapa yapa bitiremeyecekler o acıları. Ee zaten sene olmuş 2017, halen devam ettiklerine göre bi iki yüz yıl falan daha izleriz biz bu filmleri. Çünkü anlat anlat bitiremiyor, bitemiyor korkarım.
demiştim. Ve 13th isimli bu belgeselle, düşündüğüm şeyin gerçekten öyle olduğunu ve ABD’deki siyahilere yönelik ırkçılığının asla bitmeyeceğini, kanıtlarıyla, istatistikleriyle, açıklamalarıyla çok acı bir şekilde gördüm. Gerçekten de öylesi acı bir temele oturtulmuş bir anlayışın geldiği boyut inanılır gibi değil.
Bu noktada, söylemek istediklerimi maddelemem, yine daha anlaşılır olmak adına daha iyi olacak sanırım.

  • Öncelikle belgeselin adı, ABD’de ırkçılığa ‘sözde’ son veren ek anayasa maddesinin numarası. O madde de:
The Thirteenth Amendment (Amendment XIII) to the United States Constitution abolished slavery andinvoluntary servitude, except as punishment for a crime. In Congress, it was passed by the Senate on April 8, 1864, and by the House on January 31, 1865. 
Ancak film, köleliğin kaldırılmasını istemeyen ya da daha doğru ifadeyle tamamen kendilerine maddi anlamda zarar vereceğini düşünenlerin nasıl bir suiistimaliyle ne hale geldiğinin çok çarpıcı bir anlatımı.


  • Ve bu kendine doğru yontma olayında sinema endüstrisinin ve çok ama çoook çarpıcı bir şekilde, tek bir sinema filminin ne kadar büyük ve acı bir etkisinin olduğunu görmek inanılmaz ötesi. Resmen şoke oldum. Sinemayı kullandıklarını biliyordum da bu kadar olabileceğini asla tahmin etmemiştim. İnanılır gibi değil. Öyle ki ilk sahnelerde gösterilen karelerin, belgeselin son sahnesinde tekrardan hayat bulmuş gerçek karelerle kıyaslama şeklinde gösterildiği an çok ama çok manidar!, çok vurucu, çok acı..
  • Diğer yandan belgeselin en başında çok etkileyici bir istatistik bizi karşılıyor: dünya nüfusunun %5’i ABD’de yaşıyor iken hapishanelerdeki insan nüfusunun %25’i ABD’de imiş! İnanılır gibi değil. Ve benim bu filmi izlediğim gecenin ertesinde gazetede okuduğum bu metin (Bekir Coşkun imzalı) ise çok ama çok şoke edici oldu:

Hollanda'da hapishanelerde mahkum kalmadı…
19 hapishaneyi kapattılar…
Ama kalan hapishaneler de ekonomiye yük oluyordu, çünkü kimisi yarı yarıya boş, kimisinde üç beş suçlu…
Boş hapishanelerin, gardiyanların ve güvenlik giderlerinin masraflarını halka yüklememek için mahkum ithal etmeye karar verdiler…
Norveç'ten 240 ithal mahkum geldi…

  • ABD’nin ya da genel olarak insanoğlunun her şeyi ama her şeyi endüstrileştireceğini düşünürdüm de hapishaneleri de kâr merkezi haline getireceğini hiç düşünmezdim. Yani nasıl bir insanın aklına böyle bir şey gelir, bunu bir çözüm daha doğrusu para kaynağı olarak görür akıl alır gibi değil.
  • Filmin sonunda da ifade bulduğu gibi olay çok uzun bir süre sonunda öylesi büyük bir hal almış ki bunun bıçak gibi kesilerek çözüme kavuşturulması mümkün değil. Ancak halktan gelen çok büyük bir talep dışında. Öyle bir etki olmazsa resmen sonsuza kadar sürer gider, kılık değiştirir ama hep var olur. 

Sonuç olarak bu sene en iyi belgesel dalında izlediğim ilk yapım olsa da bu haliyle de Oscar’ı hak ettiğini, tüm Amerikalı ailelere zorunlu olarak seyrettirilmesi gerektiğini düşündüğüm bir film olarak yerini aldı. Kesin izleyin derim. Hem de HD ve Türkçe alt yazısıyla, ücretsiz olarak Netflix’te..