Arrival..

Öncelikle evet çok beğendim. Zaten Gravity’den beri uzay temalı filmlerin aldığı yeni ivmeyi tam benlik olarak buluyor, çokça beğeniyorum. Bu açıdan, her ne kadar, uzayın bizim tarafımızdaki bir yakınlaşması mevzu bahis olsa da yine de güzeldi.
Filme dair söyleyeceklerim ise pek çok boyutlu olduğu için maddeler halinde ifade etmem, bağlantısızlılıkları bağlamında, daha doğru olur sanırım:
  • Zaman kavramı;
Zaman kavramına dair ifade bulan anlatımlar beni gerçekten çok zorladı. Aklıma hemen, doktoradaki formasyon derslerinde, astronomi bölümünden olan çocuğun bize, uzaydaki zaman kavramı üzerine yaptığı sunum geldi. Çocuğun resmen kademe kademe basitleştirerek, artık elinde daha da basit anlatacağına dair hiçbir yol kalmayana dek çabalayışı, ve şahsen benim kafamın bir türlü basmayışı geldi :) Dolayısıyla filmdeki o cümleler de beni çok zorladı. Onlar da (senaristler de), hele ki geniş kitle hedefli bir Hollywood filmi olması temelinde, eminim en en olabilecek basitlikte ifade etmişlerdir, oysa ki :)
Neyse efendim belki bir yardımı olur sizin de anlamlandırmanıza. Öyle ki son kertede benim anladığım şu: “zaman”ın (filmde de ifade bulduğu gibi) lineer yani düz bir çizgi halinde olmadığı, benim çıkarsadığım üzere de, beyindeki nöronların bağlantısal yapısı gibi, etkileşimsellikleri paralelinde oradan oraya zıplayarak hareket edebildiği, geriye ileriye sağa sola çarpraza yana aşağı yukarı her bir tarafa/yöne, etkileşimleri bağlamında hareket edebildikleri oldu.
Öyle ki beynimizdeki nöronların da, biz çevremizdeki varoluşlarla ne kadar çok etkileşime geçersek o kadar çok arttığı (What The Bleep filmindeki gibi, birer nokta olarak ışıklandığı) bilimsel bir gerçek. Ne kadar çok nöron bu tarz etkileşimlerle aktif hale gelirse, zihnimiz de o kadar çok iyi duruma geliyor, ufkumuz açılıyor. Öyle ki yaratıcılığın ve zekanın artması için yeni bir şeyler öğrenilmesi, bu bir dil olabilir, bilinmiyorsa örgü örmek olabilir, yepyeni bir konuda kursa yazılmak vb. olabilir. Ancak denildiği gibi en başta, yeni bir dil öğrenmek geliyor. 'Bir dil, bir insan' ifadesi de bu bağlamda ortaya çıkmış olabilir, ki öyledir bence de. Dolayısıyla filmde de algının, zamana dair algının; bilinmeyen bir dili öğrenmekle, yine filmde ifade bulan dilbilimsel teori (Sapir-Whorf hipotezi) temelinde, değişim göstermesi de oldukça yerinde.
Ve çok enteresan bir şekilde, geçen okuduğum, çok kel alaka bir kitap olarak Yes, Please’de geçen ve okuyunca kendimde öyle olduğunu gözlemlediğim şöyle bir zaman anektodunu paylaşmak isterim: Hani bir koku duyarız, bir şarkı çalar ve bir anda orada, saniyenin milyonda biri bir hızla kafamızın içinde geçmişe dair ya da o kokuya-şarkıya veya her ne ise soyut/somut bir nesneye eşleştirdiğimiz geleceğe dair bir hayale ya da benzeri bir gelecekteki duruma, anında düşüncelerimizi ışınlarız ya, işte; zamanın, o şekilde bir yapısı olduğuna kanat getirdim. Kitapta Amy Poehler’in de dediği gibi, resmen zamanda yolculuk etmiş oluruz. O anı, bir salise içinde yaşamış, oraya gitmiş gelmiş oluruz.
Örneğin: Düz bir kağıdın üzerine, gelişi güzel bir sürü nokta yapın. Her biri başka bir zaman anı. O noktalar üzerine yine gelişi güzel şekilde, kalemin ucunu dokundurun, hareket ettirin kalemi. İşte zaman da o şekilde, oradan oraya hareket edebiliyor. Düm düz A noktasından B noktasına gitmiyor sadece! [Yani umarım doğru anlamışımdır, sizi yanlış yönlerdirmiyorumdur]
İşte filmdeki olayların dizilişini de, ifade edilmek istenen zaman mefhumunu da bu şekilde düşünürseniz daha kolay olur, sanırsam ;)
Öyle enteresan bir şey ki bu zaman ve size anlattığım ve de birkaç gün önce o kitapta da tesadüf ettiğim durum, filmi izlerken de bende yine hasıl oldu. Çünkü filmin bir yerinde geçen zero-sum game* tamlaması beni duyduğum an resmen, tam dediğim, okuduğum ve aktardığım gibi; beni o an aldı ve taaa üniversite yıllarında, o kelimeyi ilk duyduğum ve ders kitabının sağ üst sayfasındaki boşluğa yazarak kendime not aldığım ana götürdü! Şaka gibi resmen. Tam filmde, kadının o ifadeyi ilk duyduğu anı o an kafasında canlandırak zamanda gezinmesi gibi, ben de gittim geldim. İşte bence de kesinlikle zaman yolculuğu bu işte.
* Sıfır toplamlı oyun  (zero–sum game), bir oyun ya da ekonomik sistemde bir katılımcının kazanç ya da kayıplarının diğer katılımcıların kazanç ve kayıpları toplamına eşit olduğu bir durumdur. Dilimleri eşit büyüklükte olmayan bir pastanın paylaştırılması sıfır toplamlı oyuna örnek gösterilebilir.
  • Filme ve konusuna dair söylemek istediğim diğer bir husus ise Çin’e dair. Son dönemde daha da artan bir şekilde Çinlilerin, Amerika’yı istila ettiğine şahit olmuştum. Hoş yine bir zero sum game ya da kazan-kazan teorisi bağlamında hayat bulduğunu düşündüğüm üzere, hem ABD’nin çok zeki olmanın ötesinde dehşet çalışkan oldukları için onları getirtip istihdam etmeleri, onların da kendi milletlerini orada yükseltmeleri ve tabii ki kazanç sağlamaları noktasında bir araya geldikleri doğru. Ancak çok rahatlar, hiç kendi dillerini kullanmaktan çekinmiyorlar, gündelik yaşamda kendilerini illa İngilizce konuşacağım diye kasmıyorlar. Çok takdir ediyorum şahsen. Çünkü ben bile bazen çekiniyorum, saçma bir şekilde. Benim bile kırk yılda bir gözlemlediğim üzere, yayılımlarının ve artan ülkesel güçlerinin paralelinde dillerinin de (hatta filmde de geçtiği üzere, Mandarin lehçesi) ABD’de artık okullarda öğretilecek resmi dillerden biri olarak kabul edilmesi, her yerde tabelaların Çince de yazılması bunun en büyük çıktısı. Öyle ki o kadar korkuyorlar ki, Çin istilası, Amerika’nın / dünyanın Çinleşmesi üzerine yazılan kitaplar hep en çok satanlarda yer buluyor. Şahsen tam da öyle mi olacak yoksa kıııı diye düşündüğüm bi dönemde, yazın o kitapları da görünce harbi oğlummm dedim kendi kendime :)
O yüzden aynı çekinceler ve öngörüler paralelinde Çin’in resmen, baş rollerden birini alması, hatta kanımca bir Hollywood filminin o şekilde ifade etmesi noktasında da ABD’nin bile kendilerini geçtiğini kabul etmesinin söz konusu olduğunu söylemem mümkün. Çünkü (spoiler vermeden ifade edebilecek olursam) önemli bir iletişim/hareket kararını ilk Çin’in vermesi, onu Rusya da izleyince, ABD’nin de hemen kendini onlara uymak zorunda hissedip yapması bence çok önemli bir alt metindi. İlerleyen sahnelerde de Çinli General'i görmek**, diğerlerine hiç sahne ayrılmadan, uzun uzun ekranda tutmak şaşırtıcıydı.
** Meraklısına: Çinli General'in Louise'nın kulağına, Mandarin lehçesinde fısıldadığı ancak altyazıda geçmeyen cümle: “In war there are no winners, only widows” (-Savaşta kazanlar yoktur, sadece dul kalanlar vardır-).
  • Bu arada filme dair beni en meraklandıran nokta, uzay araçlarının indiği 12 noktanın lokasyonu. Kesinlikle belli anlamları olduğu çok belli. Ancak ben ne yazık ki o alt metni anlamlandıramadım. Bilen varsa, iletirse çok sevinirim. Çünkü geleceğe dair önemli bir algısal anlamlandırma söz konusu diye düşünüyorum. Zira oldu molası Hollywood bu anlamda çok kullanılıyor ve sonuçta sinema yaşamın aynası olayı da malumumuz! (Bknz. 12 noktanın lokasyonları için en alttaki görsel.)
  • SPOILER
Diğer yandan yeniden zaman kavramına dönecek olursak; zamanın ifade bulan düzenlenişi bağlamında kadının geleceği önceden bilmesi ve bile bile yaşaması, tüm kabulenişe, kabullenişebilmesine rağmen, çok hüzünlüydü. Zira ben iyi-kötü bilmemeyi yeğeleyenlerdenim. Öyle ki uzun süredir burcumu bile okumayı bıraktım! İnsan bi yerde sanki kendini şartlandırıyormuş, oraya odaklıyormuş gibi geliyor nedense. Kısacası kadına çok hüzünlendim:( 
SPOILER END
  • Bir de uzaylı menfumunun çok havada bırakıldığını düşünüyorum. Sanki film biraz daha uzun tutulup o detaylara girilebilir, daha çok bilgi verilerek, çok daha geniş bir uzaylı bakışı yaratılabilirdi gibi geldi. Ancak belki de bu durum bilerek havada, belli belirsiz bırakılmış da olabilir (O durumun, hali hazırda çok da bilinen bir mefhum olmadığı için.) Hoş tabii öyle ise! Zira bir yandan da hali hazırda zaten öyle olduğuna dair bir inancım var ancak bu film bazında da, normalde uzaylı temalı film/dizi yapımlarında karşılaştığımız şekilsel konsepten farklı bir görselliğin biçimlendirilmiş olması da ‘acaba yeni bilgiler bazında son gelinen, bilinen durum bu mudur?!’ diye düşündürdü. Hani hep o klasik bizi yavaş yavaş o şekle şemale vd.’ne alıştırıyorlar, azar azar veriyorlar bilgileri olayı mı yine söz konusu diye de sorgulattı! Dolayısıyla da buna ve filmde ifade bulan o yepyeni görsel alfabeye dair merakım da acayip tetiklendi. Zira filmin çıkış noktası olan ödüllü kitabı ya da kısa öyküyü diyim ("Story of Your Life" -  Ted Chiang) feci şekilde okumak ve o dili öğrenmek istedim, nedense. ‘Ayol hazırlıklı olalım da biz nolur nolmaz’ mı demeliyim yoksa :)
  • Bu bağlamda dilbilimci kızımızı çok kıskandığımı söylemeliyim. Zira öyle bir arka planımın olmasını çok isterdim. Zira üniversite iken de semioloji derslerinde çok zorlanırdım. O Lacan’ın kitaplarını, metinlerini, anlattıklarını yüz kere de okumuş olsam anlayamamama çok hayırlanırdım. Hep onları andım (al işte bi time travel daha!). Neden bilmiyorum ancak hiç kafam basmıyor, basamıyor. Heptapod durumu da aynı. Öyle ki, filmden sonra bulduklarımı okuyum dedim netten, ancak yok yine anlayamadım. O yüzden ilgili hikayeyi bulsam da onu anlayabilecek miyim orası meçhul!
Sonuç itibariyle film, yapısı gereği çok katmanlı olduğu ve en azından benim için algılaması (matematiksel ve astronolojik kuramsal temeli nedeniyle) zor olduğu için bir kez daha izlenebilmesi gerek gibi geldi. Aynı kadın karakterin sona geldiğinde, her şeyi en baştan geçmesi, bilmesine rağmen aynı döngüden geçmesi gibi, ben de sonunu izlemiş olduğum, her şeyi bildiğim halde bir kez daha başa alıp izlemem gerek hissi ya da zorunluluğu diyebileceğim bir durum uyandırdır, yarattı.
Siz ise bence de kesinlikle izleyin derim. Zira dünyadaki güç dengelerinin böylesi değişecek duruma gelmesine ve çok yeni konseptli bir science fiction filmine şahitlit etmek adına görün derim. Zaten ödül sezonunun da bol ödüllü olacağı şimdiden belli bir yapımını izlemiş olursunuz ;)