The Art of Patience: Seeking the Snow Leopard in Tibet / Sylvain Tesson..

  • Türkçe adı: Kar Panteri
  • Sevgili Funda Sakalıoğlu’nun moderatörlüğündeki Kent Kabilesi online bibliyoterapi atölyesinin Aralık ayı kitabı idi.
  • Bir doğa belgeseli izliyormuşsunuz tadında yazılmış bir eser. 
  • Ki sonradan öğrendim ki bu kitabın bir de filmi (‘The Velvet Queen’ -‘Kadife Kraliçe’- adıyla) çekilmiş. Ve muhtemelen belgesel formatındadır diye düşünüyorum (henüz izlemediğim için). 
  • Hemen filmi çekilmiş (yeni bir kitap olmasına rağmen) zira hem kitabı kaleme alan yazar, hem de yazmasına sebep olan doğa yolculuğunu birlikte gerçekleştirdiği doğa fotoğrafçısı çok ünlü.
  • Dolayısıyla tüm fotoğraf karelerini kelimelerle ifade eden bir eserle karşı karşıyayız. Bu açıdan yazar çok başarılı tabii ki. 
  • Cümlelerine, daha doğrusu o şahane doğa tasvirlerine, onlarla ilgili orijinal alıntılar yerleştirmesi acayip hoşuma gitti. 
  • Aynı zamanda ilgili birtakım kavramlara dair bilgi veren konulara da girmesi çok hoştu. Ve tabii kendi yaşantısından kattığı kurgu öykülendirmeler.
  • Yazarın feci şekilde şehir yaşantısından sıkıldığını her cümlesinden hissediyorsunuz. 
  • Bu bağlamda, ortasından itibaren ve sonuna doğru yoğunlaşır bir şekilde o bıkkınlığını, şiddetini artırır derecede ifade etmesi açıkçası beni biraz rahatsız etti ve o sebepten ötürü konsantrasyonumu kaybettim açıkçası.
  • Ancak son kertede, ifade ettiğim, metne dair dokunuşları çerçisinde sevdiğim ve itiraf etmem gerekirse, yazma pratiğim açısından ilham olan bir kitap oldu kendi adıma. 
Meraklısına: Tabii ki Funda hanımın toplantı notlarından bazılarını maddeleştirerek aktarıyorum:
  • Kitapta coğrafi bir kişileştirilmiş söz konusu. Yani Tibet bir kişi gibi yer alıyor. Tabii bunu edebi olarak yapmak hiç de kolay değil. Ancak yazar bu konuda çok başarılı. 
  • Kaldı ki zaten Tibet dünyanın çatısı kabul edilen bir yer. Avrupalı seyyahların da çokça ilgisini çeken bir lokasyon. 
  • Aslında demografisi, etnik yapısı bize çok yabancı bir yer. 
  • Dini yapısı da (dağlarla çevrili olması anlamında) kapalı ve karışık bir nitelikte. 
  • Kitapta özellikle Budizm öncesi döneme ait dinleri kapsayan Bön dinine değiniliyor. 
  • Bön dini, kar panterinin kendisi gibi gizli ve mistik bir yapıda. Liderleri yarı insan, yarı tanrı niteliğinde. 
  • Bazılarınca Bön dini, Budizm’in bir kolu iken, bazılarınca da Taoizm görülüyor. 
  • Bön, Tibet’in geçmişteki tüm dinlerini ifade eden bir kavramlaştırma. Ve aslında tüm insanlık adına söz konusu olan bütün eski/arkaik dinleri kapladığı da söyleniyor. Bu anlamda dünyanın içindeki her şeye karşılık geliyor.
  • Tibet’te insanlar doğadan kopmamış.
  • Bön dininde fetişizmi boyutunda bir hayvan sevgisi var. 
  • Tanrıları yer ve gök olarak ayrılıyor, bir de ruhlar dünyası üçüncü olarak onlar adına çok önemli. 
  • Kitapta ilkel enerjinin hepimizde titreştiği söylenebilir ifadesiyle de Bön dinine karşı gelen karşılık gelen arkaik yapıya bir gönderme söz konusu. 
  • Dolayısıyla aslında Bön sadece Şamanik değil, Müslümanlık değil; ilkel bir din, ilk din olarak kabul ediliyor. 
  • Böyle kabul edilmesinin nedeni de hepsini kapsayan bir inanç biçimine sahip olması. 
  • Aslında bu durum bizi yine farklı coğrafyaların aynı konuya farklı bakış açısıyla yaklaşmaları noktasına getiriyor. 
  • Kolektifte birlikte yaşıyoruz aslında. Sanayi devrimi ve benzeri diğer durumlarla birlikte özerkleşmişiz.
  • Bu minvalde ifade etmek mümkün ki; manevi hayatın getirdiklerini unutuyoruz ve hayvanları da ötekileştiriyoruz.
  • Aslında Bön dini halen yaşayan bir din ve kitapta da Budizm ile  sentezini yakalayabiliyoruz. 
  • Anlatının içinde kar unsurunun büyük bir yer kaplaması bağlamında aslında Bön dininin su tanrılarını da hatırlıyoruz. T(abi bir de mevcut kadın tanrılarına olan atıflarda mevcut.) 
  • Çok parçalı bir kitap. 
  • Kurban ve hac prensibi de söz konusu Bön dininde. 
  • Hayvanların da bizden olduğu inancı hakim olduğu için Budizm’de hayvan kurban etmek yok. Daha çok mabet yapmak, oralara yiyecek koymak ve benzeri uygulamalar söz konusu. 
  • Ancak Bön dininde kanlı kurban var. 
  • Zira coğrafyanın kendi içindeki karmaşası gibi bir durum söz konusu bu anlamda. Öyle ki kitapta da hep bir av ve avcı mevzusu mevcut. Yazar adeta bir hac yolculuğuna çıkmış gibi. 
  • Kar panterini de Buda gibi konumlandırdığını söylemek olası. Onun için her şey kan panteri etrafında dönüyor zira. 

  • Hayat patlamaktaydı. Ağaçlardaki kuşlar gece gökyüzünü çiziyordu, mekânın büyüsünü bozmuyorlardı, düzeni bozmuyorlardı, bu dünyaya aitlerdi. İşte bu tam bir güzellik idi. Yüz metre uzaklıkta, nehir akıyordu. Yüzlerce yusufçuk yüzeyin üzerinde dolaşıyordu, avcı gibi. 

[Life was exploding. The birds in the trees streaked the night sky, they did not shatter the magic of the place, did not disturb the order of things, they belonged to this world. This was beauty. A hundred meters away, the river flowed. Swarms of dragonflies hovered over the surface, predatory.]

  • "Kar leoparı" dedi. "O yok olmuş sandım" dedim. "İşte o sizi böyle düşündürmek istiyor." 

[“The snow leopard,” he said. “I thought it had disappeared,” I said. “That’s what it wants you to think.”]

  • Bu işte tipik bir sıradan sendrom idi: Bir kişiyi özlüyorsunuz, dünya onun şeklini alıyor.
 [It is a prosaic syndrome: you miss a person, the world takes on her shape.]
  • Şiirsel bir coğrafyaya göre yerlere atıfta bulunma alışkanlığı edindik, hem kişisel hem de izlerimizi örtmek için yeterince yaratıcı ancak yeterince kesin olacak şekilde idi: kurtların vadisi, Tao'nun gölü, dağ koyunlarının mağarası. Bundan böyle, zihnimde Tibet’in; bir atlasınkinden çok daha az kesin, daha çok rüyalara hitap eden ve hayvanların kutsal alanlarını koruyan anıların el çizimi bir haritası olacaktı.
[We adopted the habit of referring to places according to a poetic geography, one that was personal and sufficiently inventive to cover our tracks, yet vibrant enough to be precise: the valley of the wolves, the lake of the Tao, the cave of the mountain sheep. Henceforth, in my mind, Tibet would be a hand-drawn map of memories, less precise than those found in an atlas, appealing more to dreams, and preserving the sanctuaries of animals.]
  • Munier ise sadece güzelliğe övgüyü layık gördü. Kurdun zarafetini, turnanın inceliğini, ayının mükemmelliğini kutladı. Onun fotoğrafları sanata aitti, matematiğe değil.
[Munier, for his part, paid tribute only to beauty. He celebrated the grace of the wolf, the elegance of the crane, the perfection of the bear. His photographs belong to art, not to mathematics.]
  • Bu kumlar bir zamanlar nehirler tarafından şekillendirilmiş bir dağdı. Bu taşlar geriye uzanan sırları saklıyordu. Hava tüm hareketi boğuyordu. Gökyüzü bir örs gibi çelik mavisiydi. Buz kumun üzerinde dantel gibi seriliydi.
[This sand had once been a mountain that was molded by rivers. These stones held secrets that stretched back. The air throttled all movement. The sky was steel blue as an anvil. Frost lay like lace over the sand.]
  • Görünmeyeni görmek: Çin Taoizmi’nin bir ilkesi ve her sanatçının arzusu.
[To see what is unseen: a principle of Chinese Taoism and the desire of every artist.]
  • O sabah Orta Tibet'te antiloplar, saksağanlar ve bu savaştaki çekirgeler, bana, evrenin genişleyen tavanından asılı disk topunun yüzeyleri gibi göründü.
[That morning, in central Tibet, the antelopes, lammergeyers and crickets in this war seemed to me like the facets of the disco ball suspended from the ceiling of the expanding universe.]
  • Beklemek bir nev-i dua etmekti. Hayvanı (Kar Panteri’ni) izlerken, mistikler gibi yapıyorduk: ilkel hatıraya selam duruyorduk. Ki sanat bu amacı paylaşıyordu: mutlak olanın parçalarını bir araya getirmek.
[To lie in wait was to pray. In watching the animal, we were doing as the mystics did: saluting the primal memory. Art shared the same purpose: to piece together the fragments of the absolute.]
  • İnsanlar coğrafi zevklerini ruh hallerine uydururdu. Korkaklar çiçekli çayırları tercih ederdi, cesur yürekler mermer kayalıklara yönelirdi, karanlık ruhlar Brenne'nin gölgeli ormanlarına, daha sağlam karakterler ise granit kayaçlara çekilirdi.
[Human beings suited their geographical tastes to their moods. The faint-hearted would favor flowery meadows, stout hearts would be drawn to marble cliffs, dark souls to the shadowy forests of Brenne, and more stalwart individuals to granite bedrock.]
  • Kumsal otları çiçek açtığında derdi ki, “Bu çiçeğin duası güneş tanrısına.” Bir çekirge böceğiyle karşılaştığında ise derdi ki: “Bu, bir armağan unsurudur, saygıyı hak eder, doğayla bir bütündür.”
[When the beachgrass blossomed, she would say, “It is the orison of the flower to its god the sun.” Faced with a scarab beetle, she would say: “It is a heraldic element, it deserves our respect, it is at one with nature.”]
  • Ona göre, ağaçların hışırtısı anlamla doluydu. Yapraklar bir alfabeydi. “Kuşlar kibir için şarkı söylemez,” derdi. “Onlar vatansever marşlar ya da serenatlar söyler: işte benim yuvam; seni seviyorum.”
[To her, the rustle of the trees was filled with meaning. The leaves were an alphabet. “Birds don’t sing out of vanity,” she would say. “They sing patriotic anthems or serenades: this is my home; I love you.”]
  • Hâlen dünyada 5000 kar panteri yaşıyordu. Yani istatistiksel olarak, kürk paltolar giyen insanlardan daha az sayıda.
[Five thousand snow leopards still survived in the world. Statistically, there were more humans wearing fur coats.]
  • Kar panteri, hüküm süren bir yöneticiydi; statüsü görünmezliğiyle pekiştirilmişti.
[The snow leopard was the regent; her status reinforced by her invisibility. She reigned, and therefore had no need to show herself.]
  • Milyonlarca yıl önce tektonik aktivite, biyoloji ve yıkım tarafından yaratılmış bir tablo idi (doğa).
[A painting created millions of years earlier by tectonic activity, biology and devastation.]
  • Manzara benim sanat okulumdu. Biçimlerin güzelliğini takdir etmek için bir eğitim, yani sadece tek bir göz gerekli idi.
[The landscape was my art school. Appreciating the beauty of forms requires an education, an eye.]
  • Poikílos: Antik Yunanca'dan, hayvanın benekli postunu tanımlayan bir kelimedir. Aynı kelime, düşüncenin kıvılcımlarını da tanımlar.
[Poikílos: A word from ancient Greek, describes the stippled coat of the animal. The same term describes the sparks of thought.]
  • Böylece beklemenin bir günü başladı. Güney Lübnan'da, Sidon bölgesinin kalbinde Meryem Ana'ya adanmış bir tapınak bulunur: Bekleyişin Meryem Ana'sı.
[So began a day of waiting. In southern Lebanon, in the heart of the district of Sidon, stands a shrine to the Virgin Mary: Our Lady of Awaiting.] 
  • Uzun zamandır manzaraların inancı belirlediğine inanırdım. Çöller affetmeyen bir Tanrı çağrıştırır, Yunan adaları birçok tanrıyla doludur, şehirler yalnızca özsevgiyi beslerken, ormanlar ruhlarla doludur.
[I have long believed that landscapes determine belief. Deserts conjure an unforgiving God, the Greek islands teem with many gods, cities foster only self-love, while jungles are alive with spirits.]
  • Sabır, insanlığın bahşedilene olan saygısındandı. Bir resim yapmayı, bir sonat veya şiir yazmayı mümkün kılan şey neydi? Sabır.
[Patience was humankind’s reverence for what was bestowed. What quality made it possible to paint a picture, to write a sonata or a poem? Patience.]
  • Beklemek ve gözlemlemek bir yaşam tarzıdır. Bunu yaparak, hayat gözden kaçmaz. Bu, evinizin dışında bir limon ağacının altında, gökyüzündeki bulutlara bakarken veya arkadaşlarınızla bir masada otururken yapılabilir. Bu dünyada düşündüğümüzden daha fazla şey olur.
[Waiting and watching is a way of life. In doing so, life does not pass by unnoticed. It is something that can be done under a lime tree outside your house, while staring at clouds in the sky, or sitting at a table with friends. More things happen in this world than we think.]


* Tüm fotoğrafları, imleciniz resmin üzerindeyken sağ klikle yeni pencerede tek başına açarsanız, görseldeki yazıları çok daha büyük okuyabilirsiniz. 

Comments

Popular Posts