Sevgi Soysal seçkisi..

Nisan ayı için Muga Mag kitap kulübümüzde bu sefer yeniden, daha önce Annie Ernaux için yaptığımız gibi, tek bir kitap seçmeyip yazar üzerinden giderek Sevgi Soysal kitapları okumaya karar verdik. Bu bağlamda elime aldığım kitapları kısa kısa kendi yorumumla yazmak istedim. 

Tante Rosa:

İlk kitap benim için Tante Rosa oldu. Sonradan öğrendim ki zaten yazarın, ülkemizde seri hâlinde yayınlanmaya başlamasıyla birlikte ilk basılan kitabı imiş. Hem kitabı hem de yazarın dilini çokça farklı buldum. Sonuçta benim de yazarla ilk tanışma eserim bu kitap oldu. Başlangıçları biraz, konu itibarıyla çocuk kitabı havasını uyandırdı bende; her ne kadar alt metinlerinin olduğu hissiyatını verse de. Bu bağlamda da oldukça keyifle okuduğumu ve tebessümle sayfaları çevirdiğimi söylemeliyim. Sonrasında ise kadın karakter yaş aldıkça tabii ki, hikâye de biraz daha hüzünlü ve karanlık bir hâle büründü. Sonuna doğru da iyice karmaşıklaştı derken benim için dağıldı. O yüzden de açıkçası özellikle son bölümünü kafamda oturtamadığımı ve anlamlandıramadığımı itiraf etmeliyim. Ayrıca sanırım kitabı da, yazım dili açısından yazarı da sadece ilk etapta bu kitap üzerinden bir değerlendirme yapacak olursam, kendimi pek yakın hissetmediğimi söylemeliyim.

Hoş Geldin Ölüm – Tutkulu Perçem:

İlk öykü, yine nispeten daha az karakter ve olay arasında geçtiği için kendi adıma okuması daha kolaydı. Kurgu açısından da içinde bir nebze de aşk ilişkisi :) barındırmasından ötürü daha iyiydi. Çemberimde Gül Oya dönemlerini iyi işlediğini düşündüm. Kitabın, söz konusu uzun öykünün bitiminin ardından kısa denemelere yer veren ikinci kısmı ise fazla havada kaldı benim için. Kısacası yazarın kendi döneminden bir diğer kadın-erkek-erkek karakter üçgeninde geçen hayatı okumak şeklinde ilerleyen bir kitap olmanın ötesinde, tercih ettiğim anlatı tarzını bulamadım açıkçası.

Yürümek:

Ne yazık ki bu kitabın da beni yorduğunu söylemeliyim. Her ne kadar son bölümün daha meraklandırıcı ve iyi ilerlediğini düşünsem de; o kısma gelene kadar, daha öncesinde okuduğum Tante Rosa’da oldukça sıkıldığım için, bunda da bölümlerin içerisine rahatlıkla giremedim, keyif alamadım. Ve itiraf etmem gerekirse bir an önce okuyup bitirme telaşımdan kurtulamadım. Sanırım genel itibari ile özellikle bu kitapla birlikte belirgin bir şekilde fark ettim ki, aslında benim de her ne kadar bilfiil o yılları yaşamasam da nasıl geçmiş olduğundan haberdar olduğum ülkemiz dönemlerini fazla detaya girerek aktarması şeklinde bir arka plan oluşturması, beni gereğinden fazla yordu ve sıkılmama sebep oldu. O şekilde bir duygu hâline girince de eleştirel ve güzel tasvirlerle bezenmiş kısımların ve betimlemelerin içine girecek hâli kendimde bulamadım açıkçası. Oysa klasiklerdeki o sayfalar süren tasvirleri bile seven, zevkle okuyan biri olarak nedense bu kitaptakiler beni rahatsız etti. Kendi tarzıma belki de yakın bulmadım. O yüzden de ne yazık ki Yürümek hoşuma gitmedi.

Yenişehir’de Bir Öğle Vakti:

Sevgi Soysal’dan okuduğum dördüncü ve son kitap oldu kendisi. Seçkimizi belirlediğimizden beri adını en çok duyduğum ve grubumuzda en çok tavsiye edilen kitabı idi yazarın. Bu bağlamda benim için de okuduklarım arasında en keyif aldığım kitabı oldu. Ve diğerlerinden kendi adıma en belirgin farkı, özellikle ortalarına doğru başlayan, karakterlerin detaylandırılmasıydı. Zira sonuçta bu kitabı diğer okuduklarımla kıyasladığımda, diğerlerinde karakterlerin özelliklerinin çok kısa tutulduğunu ve onlara bir anlamda kendimi pek fazla yakın hissetmediğimi, dolayısıyla da kitabın içerisine girmemi bu durumun zorlaştırdığını söyleyebilirim. Fakat bu kitapta, oldukça güzel ve birbiriyle bağlantılı bir şekilde karakter özelliklerinin ayrıntılandırılması ve belirgin bir şekilde ilişki ağının kurulması çok hoşuma gitti. Ancak kendi adıma pek olumlu olmayan diyebileceğim kısım ise sonlarına doğru karakter sayısının iyice fazlalaşması oldu. Bu da bende biraz zorlama olduğu hissiyatını yarattı. Dolayısıyla da pek hoşuma gitmedi açıkçası.

Diğer taraftan ise bu kitapla birlikte yazarın kendisine dair söyleyebileceğim şöyle bir nokta var ki o da; çok bariz bir şekilde Annie Ernaux ile benzerlik taşıdığı.  Gerçekten de onun gibi yazdığını, hatta bizim yazarımızın onda çok daha cesur olduğunu düşünüyorum. Hem ülkemizin gerçekleri hem de kitaplarını kaleme aldığı kendi dönemi içerisinde yazması bir yana, bir de tüm bunları 40 yaşından önce yaşayıp kitaplaştırmasının büyük bir cesaret örneği olduğu kanısındayım. O yüzden de kendisine büyük hayranlık beslediğimi söylemeliyim. Ayrıca böylesi farklı hayat tarzlarını (tabiri caizse) bilmesi ve kendi özgünlükleri içerisinde yansıtması da gerçekten takdire şayan. Kaldı ki ifade ettiği konular ve onları ifade ediş tarzındaki cesaret de ayrı bir hayranlık konusu bence. O yüzden her ne kadar kendi okuma zevkime yakın hissetmesem de yazara büyük bir hayranlık beslediğimi söyleyebilirim.

Comments

Popular Posts