Osman / Ayfer Tunç..


Ve en merak edilen cevabı veriyor, en sonda söylemem gerekeni başta söylüyorum: evet Osman’ı beğendim. Hem de bayağı beğendim. Hatta bu beğenmemin ana kriterini oluşturan niteliğini ondan daha çok beğendim. O nitelik nedir derseniz; gerçekten de çok orjinal bir kurguya sahip olması. Uzun süredir okuduğum en orjinal yazım düzenine sahip bir kitap oldu Osman. Tam bu noktada da onun bizim edebiyatımızdan çıkma bir eser olması da beni ayrıca çok mutlu etti ve gurur duydum. (Ancak bu demek değil ki bu tarz orjinal kurgulara sahip kitaplar hep yabancı yazarlardan çıkıyor. Bilakis bugüne kadar okuyup da kurgusunu beğendiğim tüm kitapların muhtemelen büyük çoğunluğu ülkemiz yazarlarından çıktı. O yüzden de ‘hep yabancılarda oluyor da, işte bu sefer bizde oldu, o yüzden de gururlandım’ diye bir şey söz konusu değil. Buna dair bir yanlış anlamanın önüne geçmek istediğim için bu parantezi açmayı bir görev bildim.)

Osman’a geri dönelim :) Hani sosyal medyada sıkça rastladığımız bir ifade var: “Etrafıma ördüğüm duvarların tuğlalarını siz verdiniz bana!” İşte Osman karakteri de (kanımca) hayatında geldiği noktayı, o noktaya gelene kadar kendi elleriyle bir bir koyduğu tuğlalarla inşa etmiş ancak bunu yaptığının pek de farkında olmayan bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Sevgili yazarımız Ayfer Tunç da bu tuğlaların neler olduğunu ve Osman’ın onları nasıl inşa ettiğini şahane bir kurguyla aktarıyor. Gerçekten onun hayatını öyle farklı noktalardan, çok boyutlu açılardan bir bir çepeçevre sararak, yine bir o kadar farklı konseptler dahilinde anlatıyor ki. Beni de kurgusu dahilinde öylesi etkileyen husus da bu oldu işte. Sanki polis kayıtlarını okuyormuş gibi başlıyorsunuz sonra araya günlük sayfaları giriyor, sonra günlüklerin arasından çıkan mektuplar-epostalar olaya dahil oluyor; durumlar dallanıp budaklandıkça, düğümler atıldıkça boyutlar çoğalsa da, ana perspektif hiçbir zaman kaybolmuyor ve bir bütün halinde sonuna değin heyecanımızı/merakımızı canlı tutuyor.

Hatta öyle ki, kitabın tam ortalarına doğru olayın çok boyutlu olduğunu iyice fark ediyor ve her yönüyle öğrenmek istediğinizi anlıyorsunuz. Ve anladığınız noktada da, neden Osman’dan önce okunması önerilen iki kitap olduğunu kavrıyorsunuz. Ancak en güzeli de; kitabın veya daha doğru ifadeyle olayların, sadece bu kitapla bitmediğini yani Osman’la nihayete ermediğini, diğer karakterler açısından da olayların nasıl vukû bulduğunu, onların gözünden de aslında olan olayların neden öyle olduğunu anlamak/öğrenmek istediğinizi görüyorsunuz. O idrak noktasında da bu bilgilere Osman dahilinde ulaşamayacağınızı anlıyor fakat hüzünlenmiyor, çünkü öncesindeki iki kitabın, işte o merak ettiğiniz detayları barındıran kitaplar olduğunu sevinerek fark ediyorsunuz. Ve tabii ki bitirir bitirmez diğer iki kitap olan Kapak Kızı ve Yeşil Peri Gecesi’ne başlamaya karar veriyorsunuz :)




[Dolayısıyla beni mutlu eden diğer husus da işte bu oldu: Osman’a başlayacakken Amazon‘daki bir yorumda, öncesinde bu iki kitabın okunması ifadesini okudum ve öncesinde okumamış olduğum için çok üzgün hissettim. Ancak onlara başlarsam Osman’ı Muga Kitap Kulübü toplantısına yetiştiremeyeceğimden, ne yazıkki okuyamayacağım için bir an önce buradan başlamak durumunda olduğum için hayıflandım. Fakat dediğim gibi ne zaman ki tüm olayın bu kitapla sınırlı olmadığını anladığım yerde bu kitapların, merak ettiğim diğer bakış açılarından bir aktarım olduğunu anlayıp çok sevindim. Çünkü böylelikle aslında bir okuma sırasını çok da bozmadığımı, zira her kitabın farklı bir karakter perspektifinden durumu anlattığını, sevinerek anlamış oldum.]

Kısacası, dediğim gibi Osman’ın günlükleri etrafında şekillenen, o günlükler olmasaydı belki de ortaya çıkmayacak olan bir hikaye bize aktarılıyor ve o günlüklerde aktarılan ifadeler aslında çok naif olaylara/durumlara dair anlatımlar olsa da hepsinin üstüste eklenerek, bu tek kitabın daha en başında öğrendiğimiz büyük bir olaya gidişin yollarını oluşturduğunu görüyoruz.

Kurgusundan bu kadar bahsetmişken üzerinde durmak istediğim bir nokta ise ‘zaman' kavramına dair. Aslında ‘zaman’a dair kitabın içinde ifade bulan bir anekdotun, kitabın tümüne dair ki kurguyu anlamlandırma çabamız açısından oldukça önemli bir detay olduğu kanısındayım. (Eğer ki halihazırda bir şekilde önceli olan o iki kitabı okumuş iseniz bu konuda ne demek istediğimi anlıyorsunuzdur.) Bu noktada ilgili sayfaları* ennn aşağıya alıntılıyorum. Ancak her ne kadar spoiler niteliğinde olmasa da yine de notumu düşeyim ;) ki, Osman’ın kurgusunu neden bu kadar yaratıcı bulduğumu anlayın bir nebze olsun istedim :)


Ayrıca yine kurguya dair döngüsel yapıyı anlamlandırma adına da alıntıladığım diğer yerlerin** de; her anlatanın aklında kalanlar ve/veya kalmasını istediklerini zihninde depolayıp aktardığına, hem de Osman’ın günlüklerinden temelini alan kitabın, o günlüklerde yazma-hatta tam da günlük yazma üzerine düşüncelerine yer verdiği satırlarla destek olduğunu gösterir nitelikte olduğunu belirtmek isterim.

Kitaba dair ifade etmek istediğim bir diğer durum da şu ki; bir kadın olarak yazarımız Ayfer Tunç’un, erkek bir karakter olan Osman nezdinde, cinsiyetin başta günlük konuşma dili olmak üzere kadınlara dair düşünceleri ve davranışları maabında, erkek dünyasına bu kadar hakim olmakla kalmayıp böylesi iyi aktarabilmesinden inanılmaz etkilendiğimi de itiraf etmeliyim. Hele ki o ağır küfür içeren laflara inanamadım :) Aslında onlardan da öte ‘ağır’ sıfatının, başta babası ve abisine dair olmak üzere haz etmediği kişiler için Osman’ın günlüklerinde kaleme aldığı ifadeler gerçekten inanılmazdı! Her ne kadar ‘insanın içindeki irinin de akmasını sağlıyor’ [s. 43] diye ifade etse de sözcükleri ve ‘Lanet olsun ki böyleyim, kötü duyguları hep unutuyorum, her şeyi biraz da bu yüzden yazıyorum zaten, unutmamak için. Ama yine de unutuyorum, eski defterlerimi okumam gerekiyor anımsamam için’ [s. 234] diyerek günlük tutmasının asıl sebeplerini sıralamış olsa da, ve bu noktada da öyle ağır cümleleri neden kağıda döktüğü anlasak da beni bi çarpmadı değil :)

Hoş beni bu kadar etkilemesinin sebebi belki de (belirli dönemlerde ara vermiş olmakla birlikte) ilkokuldan beri zevkle günlük tutan biri olarak, yaptığımın farkındalığında az biraz bir otosansürle aktarımlarımı gerçekleştirdiğim için olabilir. Öyle ki buna rağmen her zaman ifade ettiğim bir durum var ki o da; günlüklerimin, olur da bir gün bir anda öbür boyuta geçersem hepsinin yakılması yönünde olduğudur :) Neyse demem o ki Osman gerçekten günlüklerinde, belki de yazarak karanlığını kucaklamak adına, içindeki kötülüğü/nefreti tüüüüm çıplaklığıyla kaleme almış ve kurgu dahilinde bu durum bize inanılmaz etkili hiçbir şekilde aktarılmış kanısındayım.

Sözcüklerden bahsetmişken, teee Don Miguel Ruiz’in Dört Anlaşma kitabında okuduğumdan beri, sözcüklerin gücüne inanılmaz inanırım. Bu bağlamda da Osman'ın kitabın çeşitli yerlerinde ifade ettiği tüm dileklerinin*** nasıl bir bir yerine geldiğini görmek de oldukça vurucuydu. Ah Osman! biraz daha dikkatli olaydın her şey aslında çok farklı olabilirdi :(

Sonuç itibariyle, anlayacağınız üzere tabii ki Osman’ı okumanızı keyifle öneriyorum. MugaBookClub’ta Ekim için Osman'ı okuyacağımız kararı verildiğinde, önce benim için ilk Ayfer Tunç kitabı olacağını düşündüm. Her ne kadar ismini ve kitaplarını daha önce çokça duysam da bir türlü okuyamamış olduğuma hayıflandım. Fakat onunla ilgili okumama başladığımda, meğerse ilk kitabı olan Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek’i daha ilk çıktığı sene (2001) okumuş olduğumu sevinerek anımsadım. Kısacası yirmi sene sonra tekrar bir kitabını, bu sefer bir romanını okumak kendi adıma çok keyifli bir geri dönüş oldu. Dolayısıyla eğer siz de bugüne kadar bir Ayfer Tunç kitabı okumadıysanız, bence siz Osman'la buna bir başlangıç verebilirsiniz. Yok eğer okuduysanız zaten Osman'ı da keyifli okuyacağınıza eminim. Tabii ki önceliği olan iki kitabı çoktan bitirengiillerdenseniz de, Osman merakınızın ne kadar yüksek olduğunu, kitabı bitirdikten sonra anlamış oldum. Çünkü dediğim gibi şimdi ben de, başa dönüp o iki kitabı bir an önce okumaya çoktan niyet ettim :)

  • Sanırım kitabın en başında karşımıza çıkan bu cümle, benim içim Osman’ın en güzeliydi: Sözcükler en az notalar kadar büyüleyici, sözcükler tıpkı müzik gibi ruhun drenajı. [s. 42]
  • Belki de tüm kitabın özeti niteliğinde, Osman’ın neyi neden yapamadığının temelindeki yer: Müzikten para kazanamayacağını mı düşünüyordunuz? Benim açımdan mesele para kazanmak değildi. Mesele bir hedefe doğru yürümekti. Osman'ın yürüdüğü bir yol yoktu. Olduğu yerde dönüp duruyordu. [s. 174]
  • Aşkı çok güzel ifade etmemiş mi sizce de bu ifadeler? Bence çok kalp: Bir gün Buğra'yla aşktan konuşuyorduk. Buğra belki de aşk üstüne bildiğimiz her şey sezgiseldir, belki de doğamızda vardır aşk, öğrenmemiz gerekmez demişti. [ss. 237-238]
  • Kitabın, sırlarına dair en çarpıcı açıklaması kanımca: Sözü nasıl getirdi anımsamıyorum ama insan sırlarını ancak değer verdiğine açar dedi, çünkü her sır utanç taşır, yaşamın gelip geçici konuklarına anlatılmaz. [s. 297]
  • Antika olgusuna dair bu anlatımı inanılmaz beğendiğim için buraya da almadan geçemedim: İngilizler Istanbul'u işgal ettikleri zaman işgal komutanı bunların Pilatti apartmanındaki dairelerine ziyarete geliyor. Bu şandöliyenin altındaki masada oturuyorlar. Baba Edmondo Pilatti İngiliz komutanın maksadının İstanbul Lövantenlerini kendi taraflarına çekmek olduğunu anlayınca, benim atalarım üç yüz sene önce bu topraklara gelmiş, üç yüz senedir bu topraklarda yaşıyoruz, atalarımızın anayurtları gibi sevdiği topraklara ihanet etmeyiz diyor ve komutanı evinden kovuyor. Şimdi bu hikâye birebir yaşanmış, Edmondo Pilatti'nin anılarında yazıyor, kitabını bulun bakın. Bunu anlattığınız anda müşterinin gözünde şandöliyenin değeri kat kat artar. Eşya tarihe bir nevi şahit olmuştur çünkü. Demek istediğim antikacılık sadece aldım sattım işi değil, neyiniz var, kıymeti ne, hikâyesi ne, hangisi kime satılır bunları bilmek bizim mesleğin icabı. [s. 80]
  • Antika ifadesini, sözlükten de güzel açıkladığını düşündüğüm anlatım: … bazıları antika sınıfına girer ama çoğu ikinci eldir. Antika nadir bulunur. Mesela şu aslan ayaklı ceviz masa sandalye takımı seksen senelik ama çok var bunlardan, zamanının harcıalem işlerinden. O yüzden antika değildir, iyi bir ikinci eldir, antika unique olur.. ait olduğu dönemi ifade edecek bir işareti olur aynı zamanda. Ustası biliniyorsa önemlidir, mührü veya belgesi varsa değeri kat kat artar. [s. 81]
  • Beni acayip güldüren, yeni Türkçe’ye dair ifadeler :) : Kusura bakmayın ama hiç sevmiyorum bu lafı. Ne demek şiddet uygulamak? Sana döneceğim.. geri arayacağım.. hep tercüme Türkçesi bunlar. Bir de tüketmek çıktı şimdi. Benim kız torun da böyle.. sinir ediyor beni. Sebze tüketiyorum.. su tüketiyorum. Yiyorum içiyorum desene şuna. Türkçe diye bir şey kalmadı, çok üzülüyorum. [s. 84]
  • Kağıt kapak / karton kapak ayrımına dair çelişkiyi yaşayanların tebessümleşeceği cümlelerde bugün :) desem: Dün akşam City of Glass'ı okuyordum, Paul Auster diye Amerikalı bir yazar çıkmış, onun romanı. Tunca Şikago'ya gidiyordu, ona ısmarlamıştım, gitmiş hardcover'ını almış salak. 29.99 dolar. Paperback'ini alsaydın keşke dedim, sen kitaplara düşkünsün diye hardcover aldım dedi. [s. 94]

Osman’ın İzledikleri - Okudukları listesinden..

Veronique’in İkili Yaşamı [s. 242’de izlediğini ifade ettiği film]: Krzysztof Piesiewicz’in yönettiği 1991 tarihli yapım. Orijinal adıyla ‘La double vie de Véronique (The Double Life of Véronique).

Paul Auster - City of Glass (Cam Şehir) [New York Üçlemesi adlı ana romanın ilk cildi] [s. 94’te aldırdığını söylediği Auster’ın yeni kitabı]

Gülten Akın - Sessiz Arka Bahçeler adlı şiir kitabı [s. 297’de, hastanede yatarken Gün’ün kendisine hediye getirdiğini söylediği]

Jean-Paul Sartre - Varlık ve Hiçlik [Fénomenolojik Ontoloji Denemesi. Özgün Adı: L'être et le néant / Essai d'ontologie phénoménologique] [s. 501’de atıfta bulunduğu Sartre kitabı]

Turgut Uyar - ‘Hadi İzmir’e’ adlı şiiri [s. 339’da şaire atıf yaparak alıntılayarak Şebnem’e söylediği şiir: ‘Hadi kalk, İzmirlere filan gidelim dedi, yüzünde hınzır bir gülümseme. Senden aşağı kalacağımı mı sanıyorsun dedim. Hadi kalk trenler kalkıyor duyuyorum, biliyorum. / Hadi kalk yorgun güzelim, hadi kalk. Canımız Turgut Uyar’ diyerek..]

yorgunsun hoşgelmişsin
kara gece nöbetinden hoşgelmişsin
yat uyu yerin hazır
hak etmişsin uykuyu
helal olsun uykun bahtiyar sağlığın
ama bir uzak iskelede başka olurken deniz
sakla uykunu biraz o uzak iskeleye

bak sakın telaşlanma
bitiverdi iki aylık bir çocuğun kendisi
bir şey değil bir çocuğun iki aylık tanrısı
bitiverdi iki aylık bir çocuğun kendisi
haydi kalk, sakla biraz haydi kalk haydi dedim
açıp sonsuz bir camı bir uzak iskeleye
şimdi tam sırasıdır her şey hazırken böyle
şimdi bunu gömelim

nasılsa girdi bu karaşafak aramıza
haydi şimdi ölüm vakti değil aramızda
ölüm ki bir olağan acının anısıdır
şimdi anıya yer yok aramızda

ne güzel uyurduk biz kavgasız gürültüsüz
bir yara bile olsa şuramızda buramızda
sular gibi karışık olan uykumuzda
senin kara gecen paslı benim çocuğum ölü
bir uzun yaşamayı beygirler gibi koştuğumuzda
hatırlarsın uzakta koştuğumuzda
sayılara vurdular bizi haydi kalk

haydi kalk yoruldum bir patlıcan nasıl büzülürse
bostanda durup da olmayı beklerken haydi kalk
haydi kalk dedim senden aldım kendimden
ölümü bir güzel ezberledim
anladım yorgunsun kara gece nöbetinden
çocuk öldü ben yoruldum ölüm nöbetinden
saatimi kurdum, saatini de kurdum haydi kalk haydi kalk
şimdi bunu gömelim.

neden öldü ben burdaydım sen ordaydın
belki de bahar filan vardır erzincanda ne bilelim
haydi kalk trenler kalkıyor duyuyorum
biliyorum
yorgunsun her geceden, biriken her geceden
haydi kalk şimdi bunu gömelim
haydi kalk bitiverdi
haydi kalk yorgun güzelim haydi kalk
hadi artık öldüm biliyor musun
hadi kalk
izmirlere filan gidelim.

Edip Cansever - ‘Masa Da Masaymış Ha’ adlı şiiri [s. 499’da alıntıladığı şiir:]

Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kâseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu.

Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.

Turgut Uyar - ‘Geyikli Gece’ adlı şiiri [s. 500'de alıntıladığı şiir:]

Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta 
Herşey naylondandı o kadar 
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı 
Ama geyikli geceyi bulmadan önce 
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk.

Geyikli geceyi hep bilmelisiniz 
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda 
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan 
Hepimizi vakitten kurtaracak

Bir yandan toprağı sürdük 
Bir yandan kaybolduk 
Gladyatörlerden ve dişlilerden 
Ve büyük şehirlerden 
Gizleyerek yahut dövüşerek 
Geyikli geceyi kurtardık

Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı 
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk 
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza 
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları 
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk 
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz 
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden

'Geyikli gecenin arkası ağaç 
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü 
Çatal boynuzlarında soğuk ay ışığı' 
İster istemez aşkları hatırlatır 
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş 
Şimdi de var biliyorum 
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz 
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli...

Hiçbir şey umurumda değil diyorum 
Aşktan ve umuttan başka 
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı 
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor.

Biliyorum gemiler götüremez 
Neonlar teoriler ışıtamaz yanını yöresini 
Örneğin manastırda oturur içerdik iki kişi 
Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek 
Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı 
Koltuk altlarımız gitgide tatlı gelirdi 
Geyikli gecenin karanlığında..

Aldatıldığımız önemli değildi yoksa 
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak 
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri 
Salt yadsımak için sevmiyorduk 
Kötüydük de ondan mı diyeceksiniz 
Ne iyiydik ne kötüydük 
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa 
Başta ve sonda ayrı olduğumuzdandı...

Ama ne varsa geyikli gecede idi 
Bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan 
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda 
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında 
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk 
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte 
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız 
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk 
Yahut bir adam bıçaklasak 
Yahut sokaklara tükürsek 
Ama en iyisi çeker giderdik 
Gider geyikli gecede uyurduk

'Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede 
İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı 
Sultan hançerleri gibi ay ışığında 
Bir yanında üstüste üstüste kayalar 
Öbür yanında ben 
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım 
Domino taşları ve soğuk ikindiler 
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık 
Gölgemiz tortop ayak ucumuzda 
Sevinsek de sonunu biliyoruz 
Borçları kefilleri bonoları unutuyorum 
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada 
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum 
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum 
İyice kurulamıyorum saçlarını 
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum 
'Halbuki geyikli gece ormanda 
Keskin mavi ve hışırtılı 
Geyikli geceye geçiyorum'

Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.

Fazıl Hüsnü Dağlarca - ‘Korku’ adlı şiiri [s. 504'te 'Korkuyorum yaşamaktan ki, çok güzel.' diyerek alıntıladığı şiir:]

Korkuyorum anneciğim, nerde ellerin
Bu gecelerden ki kalbe âşina, 
Havalarda büyük misafirlikler dolaşıyor. 
Korkuyorum değerken karanlığın hayatına.

Korkuyorum, değerken karanlığın hayatına.
Bu binalardan ki yaşamaz.
Yüzüme mesafelerle temas eder
İnce bir serinlik uykudan daha az.

Korkuyorum anneciğim, nerde ellerin,
Bu adamlardan ki çalışmakta, 
Sabahın temiz şarkıları, 
Yükselmiş bayraklar uzakta.

Korkuyorum anneciğim, ellerin nerde 
Okşa benim saçlarımı rüyaya bedel. 
Garip ninnilerle uyut beni, 
Korkuyorum yaşamaktan ki, çok güzel.

SPOILER olabilecek alıntılar:

* (Yonca adlı karakterin destekleyici ifadelerinden…)

Bu sergimin özünde yine zaman var mesela.. ama zaman çok geniş bir kavram, zamanın tarif edilme biçimini temel aldım bu sergideki işlerimde.. öyle diyebilirim. 
Tarif edilme biçimi derken neyi kastediyorsunuz? 
Çok kabaca söylersek, zaman akıp giden bir çizgi mi, yoksa birbirine geçen farklı biçimlerin yarattığı bir kaos mu? Biraz da belleğin yanıltıcı olması meselesi var..
Biraz açabilir misiniz bunu? 
Diyelim ki iki farklı zamanda, birbiriyle ilgisiz iki olay yaşadınız ama hafızanız ikisini karıştırıp üçüncü bir hikaye anlatıyor.. siz de buna inanıyorsunuz.. hafızanıza güveniyorsunuz çünkü. Ama biri çıkıyor, o öyle olmadı diyor. O da kendi hafızasına güveniyor, öyle olmadığına sizin kadar inanıyor. Farklı biçimlerin birbirine geçmesi dediğim bu. Zaman düz bir çizgi olsa hafıza lineer kaydederdi ama öyle yapmıyor.. epizodik kaydediyor.. biraz oradan biraz buradan.. tabii bir mantığı var aslında. 
İşlerinizden bir örnek verebilir misiniz buna? 
Cetvel gibi düz adli işim mesela. Dünya tarihi kitabının sayfalarını karıştırarak bir cetvelin üstüne yerleştirdim. Cetvel dediğim iki metrelik bir çelik direk.. üstünde ölçüm birimleri yerine zaman aralıkları var. 1900-2000 arası. Kitabın diyelim 1922'yi anlatan sayfası 1985'te, 1985'i anlatan sayfası 1963'te. Olayları bu şekilde karıştırarak dizince 20. yüzyılın tarihi de değişiyor. Sadece geçmiş geleceği değil, gelecek de geçmişi etkiliyor. Bir olayın 1972'deki anlatılma biçimi 1905'teki gerçeğini değiştirme gücüne sahip olabilir, nitekim oluyor da.. Tarih dediğimiz şey sürekli bir geçmişi düzeltme çabası aslında. Dün ak denilen bugün kara olabiliyor ya da tersi. Bizim geçmişimizde de birçok örneği var. Demokrat Parti mesela.. en bilineni. Ama size daha ilginç bir örnek vereyim. Bir ankette İkinci Dünya Savaşı'nda Almanları kim durdurdu diye sorulmuş. Seçenekler Sovyetler, Amerikalılar, İngilizler. 1946'da ankete katılanların yüzde 70'i Sovyetler demiş, Amerikalılar diyenler yüzde 15. Anket 1972'de tekrarlandığında Sovyetler yüzde 55'e düşmüş, Amerikalılar yüzde 30'a çıkmış. 2010'a geldiğimizde Sovyetler yüzde 20, Amerikalılar yüzde 70. İngilizleri dikkate alan yok bu arada.. 
.....
Sahte ya da gerçek, bu anket güncelden bakılan tarihin ne kadar güvenilmez olduğunu göstermesi açısından iyi bir örnek. [ss. 275-276]
Hafıza işte.. dediğim gibi.. sadece kendine lazım olanı tutuyor, gerisini siliyor. [s. 282]

-- [Kubilay adlı karakterin destekleyici ifadelerinden…]

Kendimi acayip suçlu hissettim. Duramadım, dışarı attım kendimi. Hava da nasıl sıcak.. yanıyor ortalık.
Yanıyor mu? Skandal kışın patladı.
Kış mıydı? Bir dakika o zaman ya.. Allah allah.. ben niye öyle hatırlıyorum ki.. emin misiniz?
Evet.. olayın tarihi 5 Aralık 2008. 2008'de ben Bozburun'da değildim ki.. yoksa orada mıydım? Valla hiç hatırlamıyorum. Kıştı demek. Hafıza işte. [s. 332]

** Yazıya geçirmek istemediğim, yazarak gerçekliğini silinmez, unutulmaz hale getirmek istemediğim bir Şebnem anlattılar bana ve bu Şebnem'in oluşumunda kendi paylarını. [s. 295]

Sözcükler de aynı öyle, alkolle sterilize edilmiş neşter sanki, çok acı veriyor ama insanın içindeki irinin de akmasını sağlıyor. Günlüğümü yazdıktan sonra kendimi çok iyi hissettiğimin farkına varınca (orta ikide) iki ayrı günlük tutmaya başladım. Biri gerçek günlüğümdü. Babamın eline geçmesin diye Türkçe veya sosyal bilgiler defterimin orta sayfalarına yazıyordum, babam onlara bakmıyordu çünkü. Bir kere eline geçmişti, matematik ödevimi kontrol ediyordu, onu neden sevmediğimi yazmıştım, çok şaşırdı, çok bozuldu, sevdiğimi sanıyordu herhalde. Defterimi suratıma fırlattı, niye böyle saçma sapan şeyler yazıyorsun diye. O defterlerim de atılıp gitti, asıl onların okumak isterdim şimdi. Öbürü sınıfta yüksek sesle okuduğum günlüktü. Orospu Ayten kuşkulu bir yüzle dinlerdi beni, yanaklarının içini kemirirdi, okuduğum tek sözcüğe bile inanmadığını hissediyordum. Ama ne diyebilirdi ki, oğlunuz çok mutlu, vallahi hiç inanmadım mı diyecek babama? Anneme anıştırmış ama. Günlüğümle ne ilgisi varsa, Osman'ın ne kadar enteresan bir hayal gücü var demiş. Sen hayal gücü görmemişsin geri zekâlı. Enteresan da çok enteresan bir sözcük bu arada, kendi başına bir şey ifade etmiyor, iyi mi kötü mü belli değil. Anlamın mimikle ya da başka sözcüklerle desteklenmesi gerekiyor. Ayten uydurduğumu anlamasın diye çok sıradan şeyler yazıyordum günlüğüme, ondan kuşkulanıyordu zaten. Senin kalemin çok güçlü Osman, daha iyisini yazabilirsin. Yazabilirim de sana ne? Öteki çocuklar da benim gibi uyduruyorlar mıydı, merak ediyordum ama hiç sormadım. Şimdi uydurmadıklarından eminim. Dün akşam anneannemlere gittik, köfteyle pilav yedik kadar sıradan tümceleri uydurmaya gerek yok ama gerçeğin bazı bölümlerini atlamışlardır kesin, herkes gibi. [s. 43]

*** (Osman’ın gerçekleşen dilekleri:)

Asla olmam ama babam gibi bir baba olacaksam çocuğum olmasın daha iyi. Benden kalanları zevkle satacak bir çocuk yetiştireceğime dağılsın gitsin her şeyim, kimin eline geçerse geçsin. [s. 234]

Şebnem fena çarptı beni, çok başka çünkü, duruşu bakışı tanıdığım kadınların hiçbirine benzemiyor. öylesine derinden işledi ki içime, fırtınam, felaketim ol, hasretim ol, hep yanımda ol demek istiyorum. [s. 262]

SPOILER olabilecek alıntılar bitti..

Comments