Su Kürü / Sophie Mackintosh..
MugaMag kitap kulübümüzün Nisan seçkisi olarak, ne zamandır adını duyduğum Su Kürü’nü (The Water Cure) okuduk.
Buradan itibaren yazım, olabildiğince sürprizi kaçırmamak adına gayet etmekle geçecek :) ancak olur da hiçbir bilgi almak istemiyorsanız diye uyarmak istiyorum. Zira hiç okumamış olanların veya okumak isteyenlerin motivasyonuna dair pozitif veya negatif bir etki de bulunmuş olmamayı tercih ediyorum.
SPOILER
Daha da uzatmadan yorumuma geçecek olursam; böyle kasvetli ve hüzünlü bir dönemde, böylesi karanlık bir kitap okumak, açıkçası iyi gelmedi bana. Zaten hâli hazırda disütopya olarak kurgulanan bir eserin, bir de olabilecek en karanlık konulardan birini kendine merkez alması, kelimenin tam anlamıyla çok rahatsız edici oldu kendi adıma. Ortalarına geldiğimde dahi, paso ‘ha değişecek’ derken iyice karanlık bulutlar üzerime çöktü. Ortadan sonra da ‘hadi bitireyim, belki kafamdaki sorular cevap bulur’ ümidi ile okumaya devam ettim. En büyük hedefim de Lost dizisindeki gibi olmaması ve cevaplarıma kavuşmak oldu. Ne yazık ki yine kendi adıma olmak kaydıyla bu da gerçekleşmedi.
Evet temel konu açığa çıktı ki, o noktada şunu da belirtmeliyim. Açıkçası, böylesi karanlık bir dünya temasında yine öylesi karanlık bir çekirdek konunun seçileceğini hiç düşünmediğim için, o esas konunun ne olduğuna dair de bir fikir yürütme gayretine girmemiştim. Eğer bunu bilseydim bence bir yerlerde çözebilirdim çünkü bunun emarelerini okuyabileceğimiz detaylar, bence mevcuttu kitabın düğüm bölümlerinde. Ancak dediğim gibi duble karanlık bir ortam olacağını hiç düşünmediğimden kelli, onu çözme gayretine hiçbir zaman girmedim, sonuna gelene kadar.
Diğer taraftan, kafamdaki sorular da bu bağlamda tabii ki gerçekliğini yitirdi bir anlamda. Çünkü bu durumda, kitabın o disütopya niteliğini de sorgular hâle geldim. Zaten hâlihazırda oldukça karanlık bir konu etrafında dönüyorsa, o zaman bu durum normal bir dünyada da olabilir olduğu ve kişinin aklının bulanıklaşması durumunun olasılığı çok yüksek olduğu için karakterler kendi kafasında bir disütopya yaratmış olabilir diye düşünmeye başladım. Tabi bunu yazara soramayacağım için de özetle tüm sorularım elimde patladı.
Sonuç itibari ile ismi ile pozitif tınılar uyandıran ve kapağının o tos pembe rengi ile okuyucuyu (en azından beni) kendine çeken Su Kürü, benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Çünkü bu kitapları da, bu ve benzeri konulara sahip kültür sanat aktivitelerini de uzun süredir izlememek gayretinde olan biri olarak normalde elime almayacağım bir esere dokunmuş oldum. Zaten hüzünlü olan bir dönemde de içim iyice sıkıldı.
Tamam, evet yaratıcıydı. Ki ben böyle farklı, garip kurgulara sahip eserleri severim. Buna rağmen kasvet üstüne kasvet katması sebebiyle kendi adıma tüm o yaratıcı detaylarınım heba edildiğini düşünüyorum. Hele ki böyle bir dönemde. Dolayısıyla hiç okumamayı dilerdim.
Kaldı ki bir Damızlık Kızın Öyküsü hayranı olarak tüm o kasetin ve olabilecek tüm şiddetin içinde dahi, o yaratıcılığı sonuna kadar takdir edip hayranlıkla izlemiş, okumuş ve izlemeye, okumaya devam eden biri olarak böyle kitaplardan o kadar da uzak değilim aslında. Ancak bunda bence kendi adıma durum oldukça farklı oldu.
Neyse olan oldu ve muhtemelen benim hiç tahmin etmeyeceğim sembolik alt metinlere sahiptir. Ancak üzerimde böyle negatif bir enerji biriktirdiği için o konuda da ne desem boş artık.
Meraklısına: Bu kitabın da irdelendiği bir bölümü olan Murat Aksoy ile Ayfer Tunç’un Diyaloglar eserini de, bitirdikten sonra okudum. Ve aslında tüm o anlamlandıramama hâllerimin de, anlamlandırdıklarımın da zaten öyle olduğunu. Bunun kısaca ‘in your face’ denen bir tarz olduğunu okudum. Hiç de öyle kaçırdığım bir arka planının olmadığını görmek sevindirdi. Bu tarzın da benlik olmadığını anlamış oldum.
- Eski dünyayı o kadar korkunç, yıkıma o kadar meyilli yapan şeylerden biri de insanların duygu denen bu kişisel enerjilere karşı tamamen hazırlıksız olmasıydı. [s. 23]
- Güçlü duygular insanı zayıflatır, bedenini bir yara gibi açar. Onları uzaklaştırmak için tetikte olmak ve düzenli terapi yapmak gerekir. Yıllar içinde güçlü duyguları nasıl hafifleteceğimizi, duyguları yalnızca sıkı kontrol altında nasıl eyleme dökeceğimizi ve serbest bırakacağımızı, acımıza nasıl sahip çıkacağımızı öğrendik. Duygularımı tülbente öksürebilir, suyun altındaki baloncuklar halinde kapana kıstırabilir, kanımdan akıtabilirim. [s. 30]
- Travma, ağır metaller gibi saçlarımıza, organlarımıza ve kanımıza karışıp içimize işleyen bir toksindir; bedenlerimizse sindirdiğimiz ve deneyimlediğimiz şeylerin çevresindeki et katmanından başka bir şey değildir. İstiridyelerin içinde bazen bulduğumuz şekilsiz inciler gibi içimizde durur bunlar. Korku, damarlarımızda ve kalp odacıklarımızda katılaşır. Hasta kadınlar için işlediğimiz muskalar gibi bir para birimidir acı, değiştokuştur, bedeni güçlendirmenin ve hazırlamanın yoludur. [s. 58]
- Annemiz bedenimizin her hareketini incelemenin ne kadar önemli olduğunu anlatmıştı bize. Her adımımızı dikkatle atmamızı söylemişti. Beden en saf alarmdır. Bir şeyler yanlış geliyorsa, muhtemelen öyledir. [s. 88]
- Her şeye rağmen bazen aşkın bana geleceğine, beni bir yerde bulacağına inanmaya cüret etmiştim. Okyanustan veya gökten gelecekti. Üzerlerine harfler kazınmış, nadir bulunan plastik parçalan gibi sahile vuracaktı veya tekneyle denize açılıp sınıra kadar gidecek ve onu nefesimle içime çekecektim. Hep umutlu biriydim. [s. 106]
- Kırılabilir bir şey gibi uzattığı boynu, incinebilir kadınlar olduğumuzu hatırlatıyor. [s. 112]
- Fakat açlıktan kıvranan, terbiye edilip iyice uyuşturulan duygularım hala göğsümde çiçekleniyor. [s. 164]
Comments
Post a Comment