Tütüncü Çırağı / Robert Seethaler..

Çok iyiydi. Gerçekten çok beğendiğim bir kitap oldu. Jale’nin Âlemi’nin hâli hazırda sakinlerinden biriyseniz kitap kapaklarına da dikkat ettiğimi ve hatta bazen sadece kapak tasarımını çok beğendiğim için bir kitabı alıp okuduğuma şahit olmuşsunuzdur. Bu sebepten ötürü bu kitabın kapağını ilk gördüğümde ve tabii ki ismini de :) çok ilgi çekici olmadığı için şöyle bir ağzımı buruşturmuşluğum olmadı değil itiraf edeyim:-) Ancak ne zaman ki kitabı okumaya başladım, daha ilk sayfalarından itibaren tam benlik bir kurguya ve yazım diline sahip olduğunu anladım. O yüzden de bir an önce kitabın her sayfasını okumak ve bitirmek arzuyu duydum. Nitekim de öyle oldu ve iki günde bitirdim. Hatta sabahlasam bir gecede bile biterdi, öylesi içine aldı beni ve kaptırdım, sizin anlayacağınız.

Bu kadar yaratıcı mıydı ki?, bugüne kadar hiç okumadığın bir dile mi sahipti ki? derseniz hayır değildi ancak her şeyi öyle kıvamında kurgulanmış ve yazıya dökülmüş ki akışına kapılıp gidiyorsunuz hiç bitmesin istiyorsunuz. En azından kendi adıma öyle oldu tabii ki. İçindeki sürprizi bozmamak için söylemeyi tercih etmediğim küçük detayları da bir o kadar şaşırtıcıydı. Çok keyif aldım onları görünce. 

Ayrıca kurgu dahilinde değinilen tüm farklı ilişkiler çerçevesinde de ortaya konan öyle keyifli bir dil var ki hem espritüel, hem bazen düşündürücü, hem de bazen alt metin bazında toplumsal eleştirileri de kapsayan. İşte bu anlarda, okuma deneyimi açısından çok doyurucu ve keyif veren anlar yaşattı bana. 

Tüm bunlar olurken her bir duyguyu da yine çok yerinde bir şekilde okuyucuya aktarabilen bir yapıya sahip olduğunu düşünüyorum. Tabii yine kendi adıma bu şekilde olduğu için öyle vuku bulmuş olabilir. Örnek verecek olursam; hikayenin en başında kahramanımızın yaşadığı yalnızlığı ve kendi memleketini terk edişindeki hisleri, ilk kalp heyecanlarını yaşadığı andaki hisleri ve sonlara doğru, yine burada spoiler vermemek adına söylemek istemediğim birtakım olayları aktarırken ki olumlu/olumsuz duyguları (tekil bir okuyucu olarak) bana aksedişi çok iyiydi. Sevinç anlarındaki o coşkuyu gerçekten hissettim, yüzümde bir tebessüm belirdi o satırları okurken. Ve hüzünlü anlarda da o kalp acısını inanın yüreğimde duydum ve gözlerim dolarak o satırları okudum. 

İşte sıralamaya çalıştığım bu detaylar da benim için bu kitabı gerçekten iyi bir kitap olarak kafamda konumlandırmamı sağlayan belli başlı özellikler olarak yer alıyor. Kendi adıma Nazi dönemi ile ilgili, ne öncesine ne sonrasına dair film ve dizi izlemeyi bilinçli olarak (özellikle de son 4-5 yıl içerisinde) tercih etmeyen eski bir sinefil olarak bu kitabın; o dönemin başlarını az buçuk aktarmak veya o dönemi kendine arka fon olarak alıyor olsa da, inanılmaz acı hissiyatı yaratmadan yani doğru kelime tam bu mu emin değilim ancak ajite etmeden, olduğu açıklığıyla ortaya koyma açısından çok başarılı bir iş çıkardığı kanaatindeyim. 

Anlayacağınız üzere şahsen çok beğendiğim bir kitap oldu, çok severek okudum. Dolayısıyla şiddetle okumanızı öneririm.

Meraklısına 1: İlgili kitap kulubü buluşmasında; tabii ki öncelikle Freud, sonra (ve yine tabii ki ki :) ) Jung bakış açısıyla hem rüyalar, hem bilinçdışı ve kollektif bilinç üzerinden değerlendirmelerde bulunmak, mitolojiye, Alman halkının 2. Dünya Savaşı dönemindeki bireysel ve toplumsal olası halet-i ruhiyelerine değinmek, kitabın kapağındaki fallik objeden baş kahramanımız Frank'in güdülerine değin irdelemelerde bulunmak çok keyifli bir sohbet geçirmemize kaynaklık etti.

Meraklısına 2: Aman diyim olur da görürseniz, kitabın aynı adlı filminden uzak durun. Ne yazık ki hiç iyi olmayan bir uyarlama. Bütün kitaba dairki ağzımın tadını kaçırıp, olay örgüsünü bulanıklaştırdı. :(

Meraklısına 3: İnternette yaptığım okumalarda denk geldiğim, kitaba dair hoşuma giden bir yorumu da alıntılamadan edemedim:

“Öyleyse Franz'ı, Holokost'u önlemek için sadece nispeten az sayıda Avusturyalının bir şeyler yapmaya çalıştığı gerçeğine bir tür bahane olarak mı okumalıyız? Sokaktaki sıradan bir insanın olup bitenlerin büyüklüğünü kavramasının ne kadar zor olduğunu gösterme girişimi mi? Aslında, Seethaler tam tersi bir noktaya değiniyor: birçok insanın kesinlikle neler olup bittiğinin farkında olması gerektiği, ancak hiçbir şey yapmamayı seçtiği bir zamanda, bize neler olup bittiğinin büyük ölçüde farkında olmayan ancak yine de yapmayı seçen bir kahramanı veriyor. bir şey. Bir durumun politikasını tam olarak anlayıp anlamadığınızı boş verin, Seethaler, içgüdüleriniz size bir şeyin adaletsiz olduğunu söylüyorsa, ona göre hareket edin diyor gibi görünüyor. Tüm bunlar, Tütüncü Çırağı’nı 21. yüzyılın ilk yılları için temel bir okuma haline getiriyor.”

[So should we read Franz as a sort of excuse for the fact that only relatively few Austrians tried to do anything to prevent the Holocaust? An attempt to illustrate how difficult it was for the ordinary man in the street to grasp the enormity of what was happening? In fact, Seethaler is making the opposite point: at a time when many people must surely have been aware of what was going on yet chose to do nothing, he gives us a protagonist who is largely unaware of what’s going on yet still chooses to do something. Never mind whether you fully understand the politics of a situation, Seethaler seems to be saying, if your instincts tell you something is unjust, act on them. All of which makes The Tobacconist essential reading for the early years of the 21st century.]

  • Politika tarafından her şey ama her şey berbat ediliyor, bozuluyor, mundar ediliyor, aptallaştırılıyor ve sonunda bir şekilde yerle bir ediliyormuş. Örneğin puro ticareti. Tam olarak ve her şeyden önce puro ticareti! [s. 22]
  • Her çeşidin kendine has bir kokusu vardı. Yine de hepsi, tütün dükkânının, Währinger Caddesi'nin, Viyana şehrinin, hatta ülkenin ve bütün bir kıtanın ötesindeki bir dünyaya ait ortak bir aromaya sahipti. Nemli siyah toprağın, sessizce çürüyen dev ağaçların ve vahşi hayvanların balta girmemiş ormanların karanlığını dolduran o arzu dolu kükremelerinin yanı sıra zenci kölelerin, yükselen sıcak hava dalgasının etkisiyle parlayan tütün plantasyonlarından ekvatoru örten gökyüzüne yükselen ve de hayvan kükremelerinden daha özlem dolu olan türkülerinin kokusu vardı puroda. “Kötü bir puronun tadı at dışkısına benzer" dedi Otto Trsnjek, "iyi olanınkiyse tütüne benzer. Fakat çok iyi olanın tadı dünya gibidir!" [s. 24]
  • Berggasse Sokağı 19 numaranın önünde hâlâ dünyanın en harika kokuları vardı: krep çorbası, kavrulmuş soğanlı biftek, maydanozlu patates haşlaması ve üzerine sıcak, bitter çikolata gezdirilip taze kavrulmuş badem serpilmiş vanilyalı puding kokuları. [s. 55]
  • Ama işte herkesin bildiği gibi tam da şuradan olanın içinde sıklıkla hiç duyulmamış, sıra dışı olan gizlidir. [s. 188]

Comments

Popular Posts