El Olivo..

El Olivo filmine dair yazımın ilk yayınlandığı yerin; artık bir üyesi olduğum 'Kahve Kadın Kitap' adlı pek sevgili site olduğunu belirtmek isterim. Bundan böyle belli yazılarımın ilk yayın yerine sizleri de beklerim..
http://kahvekadinkitap.com/el-olivo-zeytin-agaci/
Tabii ki tam da zamanında denk gelen, ismiyle, rengiyle bu kadar yakın hissettiren bir filmi kaçırmam düşünülemezdi. Aslında birkaç hafta önce film sitelerinde denk gelmiştim, ancak halen bitiremediğim birkaç (geçmiş) ödül sezonu yapımını halletme telaşından, beklemeye almıştım. Ancak ne zaman ki, hazır The Young Pope’u bitirdiğim gece, tam da kasvetli bir gündem haftasının! gününe denk gelince; BluTv’ye eklendiği bildirimini de görünce hemen atladım. İyi ki de öyle yapmışım, çünkü çok güzel bir İspanyol filminin keyfine varmış; çok hüzünlü bir hikayeyle içim burkulsa da yalnız olmadığımı(zı) görmüş bulundun. Dolayısıyla bu da bana, bir nebze ümit oldu, tabiri caizse ;)
Bir kere film, çok doğal bir film. Tüm karakterleri ve o karakterlere hayat veren oyuncuları (oyuncu seçimleri) o kadar doğal, o kadar gerçekçi, o kadar hayattan ki. Diğer yandan oyunculukları da o kadar naif, o kadar içten ki; sanki onların yanındaki birinin kamerasıyla çekilmiş görüntüleri, olayları izliyormuş gibi yakın hissediyorsunuz. O yüzden de siz de baş roldeki kızımız Alma ile büyükbabasına üzülüyor, onları anlıyor, yeri geliyor göz yaşlarınızı tutamıyor, yaşananların içinize oturmasına engel olamıyorsunuz. Bu nedenle, zaten kendimizi bulduğumuz bizi ve bizim gibi tüm diğerlerini, yakın hissettiren, ‘bizden’ dedirten sebebin altında, kanımca bu yatıyor.
[Küçük bir dipnotla araya girmem gerekiyor. Öyle ki, sonradan yönetmenin yazılarında okuduğum üzere, zaten oyuncu seçimlerinde inanılmaz titizlenmişler ve zorlanmışlar. Hem büyükbabanın elleri ve yüzü bağlamında tam bir toprak insanını bulmak çok zor olmuş, hem de torunu rolündeki Alma’nın pek oyunculuk deneyimi olmaması endişelendirmiş. Ancak sanırım kusur olarak görülse de ikisi de filmin en büyük iki avantajı olmuş, gerçekçiliği anlamında. Sonuçta kızımızın ünlü İspanyol sinema ödülü Goya’da ödüle layık görülmesi de bunu kanıtlıyor.]
Ümit oluyor dediğim durumun bir diğer yansıması var ki o da rahatsız edici. Şöyle ki; hani yalnız değiliz, demek ki başka coğrafyalarda da bizim gibi hissedenler var diyoruz ya, bir de bizim gibi olmayanlar başka yerde de var sonucu çıkıyor. Hele ki, son dönemde öğrendiğim üzere, dünyadaki 900 milyon zeytin ağacının 300 milyonuna ev sahipliği yaparak zeytin-zeytinyağı sektörünün lider konumunda olan bir ülkede de ve konu gereği, meşhur! AB üyesi bir ülke olarak Almanya’da da oluyor olması çok ama çok hazin bence. Evet konumuz, gerçek bir hikayeden uyarlanılmış değil; ancak ‘sinemanın hayatın yansıması’ olması olgusu paralelinde bunların başka isimler altında yaşanmıyor olduğunu söylemek yanlış olmaz, kanımca.
Bu arada AB deyince gıcık olduğum bir noktaya da değinmeden geçemeyeceğim. O da resmen İspanya’dan yola çıkıp Fransa’yı geçip Almanya’ya ellerini kollarını sallaya sallaya, sanki İzmir’den İstanbul’a gidiyormuş gibi rahat bir şekilde gitmeleri idi. Bi de görsel olarak yetmiyormuş gibi kızımızın ‘ne pasaport, ne gümrük yok ki basıp gideceğiz’ lafları etmesi beni dellendirdi, ben size söyleyeyim :)
Diğer taraftan filme dair ifade edebileceğim birkaç keyifli anekdot da yok değil. Özellikle dayının esprileri beni mahvetti. Dehşet komik bir adam. Tek durum, Özgürlük Heykeli ile ilgili bir konu var, onun filmin geneli bağlamında saçma ve çok eğreti kaldığını düşünüyorum. Eh o da kadı kızındaki kusur kontenjanından sayılsın, olmazsa ;)
Sonuç olarak, şöyle keyifli ve güzel, bir sinema filmi değil de, hafta sonu ev sineması keyfi için rahatlıkla tercih edebileceğiniz; vakit ayırdığınız için sizi pişman etmeyeceğini düşündüğüm bir yapım Zeytin Ağacı. En azından aktardığı, bizlere geçirdiği duygu açısından... Bu noktada yazımın bitişini; filmin başlarında, 2000 yıllık bir zeytin ağacını satmak isteyen çocuklarına, babanın verdiği (ve beni resmen tokatlayarak çok etkileyen) cevabı (ki akabindeki sahnede beni yerle bir eden karelerin geldiğini söylememe gerek yok :( ) aktararak yapmak istiyorum:
- Ne düşünüyorsun?
- Sanırım ben satmayacağım. Çünkü o ağaçlar bizim değil. Büyükbabalardan babalara geçti.. babalardan da onların çocuklarına geçti. Eğer o ağacı satarsam ve parasını da sana verirsem sonraki hafta elimizde ne ağaç, ne para, ne de restoran olur. [.....] O zeytin ağacı paha biçilemez. O ağaç kutsaldır. O ağaç benim hayatım ve sen hayatımı almak istiyorsun. [.....] O ağaç bizim bile değil ki. Onun sahibi yaşam, tarih.
Meraklısına 1: Tabii ki filmin özüne aykırı olacağı için, konumuzun merkezinde yer alan zeytin ağacı için çok fazla zorlanarak bir kopyasının yapıldığı, gerekli sahnelerde ona yer verildiği de, yönetmenin röportajlarında not düşülmüş.
Meraklısına 2: Bir de aşinası iseniz; filmin senaristinin, ünlü yönetmen Ken Loach’un en favori senaristi olduğu, birçok filminde onla çalıştığını öğrendiğimi de eklemek isterim. Öyle ki benim, elimdeki filmler biter bitmez izlenecekler listemin en tepesinde yer alan, geçtiğimiz festival sezonun en beğeni toplayan yapımlarından I, Daniel Blake’ın senaryosunda da aynı senarist amcamızın imzası varmış ;)
Meraklısına 3: Çok beğendiğim bir ifadeden alıntılayarak “Anadolu kavimlerinin büyük bir isabetle ‘ölmez ağacı’ adını verdiği zeytinin Platon'dan, Herodot'tan, Hz. İsa'dan Büyük İskender'den, Roma İmparatorluğu'ndan, Selçuklu'dan, Osmanlı'dan, Fatih'ten, Kanuni'den çok daha yaşlı, kadim, neredeyse başlangıcı ve sonu olmayan değerdeki” zeytin ağacının, mitolojik kökenine ilgi duyanlar için ise ilgili bir tasviri,  Şefik Can imzalı Klasik Yunan Mitolojisi kitabından aktarmak istedim.
* Fotoğrafın üzerindeyken sağ klikle yeni pencerede açarsanız, yazılarını çok daha büyük okuyabilirsiniz.

Kaynaklar:
Şefik Can; Klasik Yunan Mitolojisi; İnkılap Yayınevi; s. 48.
Colette Estin ve Helene Laporte; Yunan ve Roma Mitolojisi , Çeviren: Musa Eran; TÜBİTAK Popüler Bilim Yayınları; s. 12.
 Hestia Evans; Mythology: The Gods,  Heroes, and Monsters of Ancient Greece; Candlewick Press; 2007.

Comments