Flanöz / Lauren Elkin..

Çok farklı bir kitapla karşınızdayım. Aslında birkaç sene önce yayınlanmış bir kitap ancak kendi adıma sevgili Yeliz’in paylaşımı vesilesiyle varlığından haberdar oldum. Çok da iyi oldu çünkü görür görmez, önce kapağına sonra da elime aldığımda içeriğine bayıldım. 

Kendini bildi bileli günlük tutan bir günlük sever olarak az biraz günlük formatına benzettiğim bu kitap, yazarın şehirdeki notlarını derlediği (bir nevi) köşe yazılarının toplamından oluşuyor. Kitaba bayılma nedenim de tam burada yatıyor; zira eğer siz de bir günlük tutangilerdenseniz ne dediğimi çok daha rahat anlayacağınız üzere, sempatik sempatik defterlere sürekli kendimizi iyi hissettiren küçük detayları not almayı çok severim/severiz. İşte bu kitap da; bulunduğu şehirlerde sokakları gezerken, yazarın kendi gözünün kadrajından zihnine takılan detayları, akademik arka planının da etkisiyle çok daha kapsamlı şekilde araştırıp geliştirmesiyle değerlendirdiği yazılarının bir derlemesi. 

Yine akademik temelinin etkisiyle aynı şekilde, birçok başka kitabı kaynak gösterirken aktardığı verileri hem kendisininkilerle, hem de birbirleriyle böylesine etkileyici ve yerinde kurgulaması ise bir harika. En güzeli de bu araştırmalarına kendi yorumlarını öyle güzel harmanlayarak ekliyor ki gerçekten hayran olduğumu söylemeliyim. (Özellikle son kısımlara doğru Gallhorn ve Heminway için yaptığı yorumlar bi şahane).

Kitaba dair diğer notlarımı maddeleştirerek ifade edecek olursam:

  • Bir kere kapağıyla hayranlık uyandırdı derken, isminin de aynı şekilde etkili olduğunu ayrıca söylemeliyim. Zira flanöz kelimesini (ve türediği hâli flanör’ü) ilk olarak doktora tezimi yazarken Walter Benjamin’in ünlü Pasajlar kitabıyla duymuştum. İfadenin kendisi, boş zaman kavramının günümüzde geldiği noktanın ilk kuramsal temellerinden biri olarak ifade buluyordu. O yüzden görür görmez yeniden karşıma çıktığına inanamamıştım. Ve tabii ki tasarımı itibariyle çok daha eğlenceli bir şekilde sunulmuş olduğunu düşünmedim değil :-)
  • Kitabın tabii ki en merak ettiğim ve sevdiğim bölümü Venedik’i işlediği kısmı oldu. Zira en iyisi de o merakımı çok iyi karşıladı. İnanılmaz güzel detayları çok keyifli bir şekilde aktardığını okumak çok iyi geldi. Nostalji oldu, Erasmus zamanlarına dair :)
  • Bildiğin bir şehri okumak ne kadar keyifli idi ise bulunmadığım ve dolayısıyla detaylarına vakıf olmadığım yerlere ait bölümler de ne yazık ki biraz okuması sıkıcı olan kısımlardı. Özellikle Paris bölümleri, kesin orada yaşayanlar için çok keyifli okuma anlarına vesile olur ancak kendi adıma, kafamda canlandıramadığım için tam oturmadı.
  • Kitabın en sevdiğim yerlerinden biri de eski dönemlere ait olayları aktarırken; o yılları hatırlatmak adına filmlerden, kitaplardan ve müziklerden yararlanması oldu Bu da okuma deneyimini hem pekiştirdi hem de keyifli hâle getirdi kendi adıma.
  • Eksikliğini hissettiğim husus ise resimlerin azlığıydı. Zira mesela sonlara doğru kitaba koymadığı ancak internetten bulmamızı sağlayan adresi paylaştığı fotoğrafı görmek, o bölüm adına çok etkileyici oldu benim için. İşte mesela bu örnek de, bunu yapmadığı yerler açısından bir eksiklik hissettirdi. Tabii telif hakları ve basım maliyetleri olayın içine giriyordur fakat böyle kitaplarda sanırım görsellik istiyor okuyucu. Böyle bir ihtiyaç var ne yazık ki.
  • Yazarın bir de tasvirlerine bayıldım. Öğle nokta atışı, tam kafamızda canlandıracağımız şekilde bazı detayları veriyor ki durup bir es vermek istiyor insan. Ve bunu da çok yaratıcı tamlamalarla yapması ayrıca takdire şayan.
  • Aynı şekilde çok güzel tanımlamaları da mevcut yazarın. Mesela mahalle kavramına, sokak protestolarına, çevre olgusuna ve tabii ki kartpostallara dair açıklamalı sözlük tanımları o kadar yerinde ki altını çizmediğim yer kalmadı desem yeridir.
  • Bir de aralara sıkıştırılmış esprili cümleleri o kadar eğlenceli ki her birinin yanına da gülücük koymadan edemedim resmen :)
  • Birçok kitabı refere vererek bize aktardığı ve şahsen bugüne kadar hiç duymadığım ifadeler ise kitabın bana kattığı çok güzel yeni bilgiler olarak kitaplığımda yerine aldı. Mesela benim gibi eminim pek çoğunuzun da yaptığı ve ‘kitap falı’ adını verdiğimiz edimin aslında ‘stílhosmantela’ [s. 288] şeklinde bir adı olduğunu ilk kez bu kitapta okudum.
  • Ayrıca pek çok başka yazarın vakti zamanında kurguladığı, şehirleri tanıma amaçlı oyunumsu gezme turlarını da kitapta anlatarak bize aktarmış olması çok güzeldi. Hepsini not aldım ve şehrimde uygulama arzusu hissettim. Kitap bu duyguyu canlı canlı verdi resmen. (‘Psikocoğrafya’ [s. 30] ile Yoko Ono’nun ‘Harita Parçası’ [s. 205]) 

Anlayacağınız üzere benzer kafa yapısında biriyseniz, bu kitabı çok büyük keyifle okuyacağınız kanısında olarak size severek öneriyorum. Çünkü şahsen gerçekten yazarın tarzına hayranlık duydum, öykündüm, özendim.

  • Fransız yazar George Perec’in de 1974 yılında bir hafta boyunca aynı meydanda, aynı kafede oturup gelen geçen her şeyi not aldığını -taksiler, otobüsler, hamur işi yiyen insanlar, rüzgârın esişi– ve bu sayede olağan-içi olarak adlandırdığı ve hiçbir şey olmadığında olanları okurların da fark etmesini sağlamaya, gündelik ve sıradanın beklenmedik güzelliğini anlamalarına yardımcı olmaya çalıştığını bilmeksizin ben de gördüğüm her şeyi yazıyordum. [s. 16]
  • Yıkılmak üzere olan bir duvarın görüntüsüne, rengârenk pencere önü çiçekliklerine ya da sokağın sonunda ilgi uyandıran bir şeye, örneğin onu dikine kesen sıradan bir başka sokağa doğru sürüklenip durdum. [s. 16]
  • Yirminci yüzyıl ortalarında ortaya Sitüasyonistler diyen bir grup radikal şair ve sanatçının yarattığı "psikocoğrafya”ya göre gezinmek oradan oraya savrulmak, bağımsız gözlem ise savaş sonrası şehir hayatının eleştirisi demekti. Şehrin kırsal kesiminden gelen usta bir yazar-yürüyüşçü olan Robert Macfarlane bu uygulamanın özetini şöyle sunmuştu: "Londra’nın sokak haritasını aç, üzerine rasgele bir bardak koy, etrafını kalemle çiz. Haritayı al, dışarı çık ve bu kavisine olabildiğince sadık kalarak yürü. Bu deneyimi dilediğin yolla kayıt altına al: film, fotoğraf, metin, ses kaydı. Sokakların yazınsal akışını yakala: duvar yazıları, yere atılmış çerçöpün üzerindeki etiketler, etraftaki konuşmalardan kulağına gelenler. İşaretleri izle. Veri akışını kaydet. Rastlantısal metaforlara karşı gözünü dört aç; uyaklara, tesadüflere, analojilere, aile benzeşimlerine, sokağın ruh hâlindeki değişimlere dikkat et.” [ss. 30-31]
  • Kadınların kalbine dalarak, onlara göre olmayan sokaklarda yürüyerek güçlendikleri yerler de şehir merkezleri olmuştur. Başkalarının (erkeklerin) hiç tepki görmeden yürüdüğü yerlerde yürümek. İşte itaatsizlik budur. Kadınsanız düzeni bozmak için Gore-Tex kıyafetler içinde hışırdayarak yürümeniz gerekmez. Kapıdan dışarı çıkmanız yeterlidir. [s. 33]
  • ‘Mahalle’ neredeyse ütopik bir yaşam tarzını anlatan, komşuların birbirleri ve çevreleriyle daha anlamlı bir ilişki kurabildikleri, çocukların okula yürüyerek, yetişkinlerin de işe trafik sıkıntısı çekmeden gidebildikleri bir hayatı tanımlayan, dillere pelesenk bir kelime hâline geldi. Fakat banliyölerin akıbeti bu değildi. [s. 41]
  • Çevre önemlidir. Çevre belirleyici, yapıcıdır; sizi olduğunuz kişiye dönüştürür, istediğiniz şeyleri yapabilmenize olanak sağlar. Babamın mimarlık eğitimi görürken en sevdiği hocası olan Louis Kahn, öğrencilerine kiriş gibi hissetmelerini, kiriş gibi düşünmelerini, onları içeri iten, aşağı çeken şeyleri fark etmelerini ve bir binayı da bu şekilde düşünmeleri gerektiğini söylermiş. Ben de şehrin içinde böyle düşünüyorum. [s. 47]
  • Özgürce dolaşamayan bir kadın -ki bu da eninde sonunda o kadının ihtiyaçlarının karşılanıp karşılanmadığı sorusuna gelip dayanıyor aileden de ayrılamaz. [ss. 50-51]
  • Bırakın yürüyeyim. Bırakın kendi hızımda ilerleyeyim. Bırakın hayatın içimde ve etrafımda dolaşmasını hissedeyim. Bana heyecanlı olaylar verin. Bana beklenmedik dönemeçleriyle köşe başları verin. Bana tekinsiz kiliseler, güzel vitrinler ve uzanabileceğim parklar verin. Şehir sizi heyecanlandırır; bir işe başlamanıza, hareket etmenize, düşünmenize, istemenize, bağlanmanıza alan açar. Şehir hayatın ta kendisidir. [s. 52]
  • Bu, o yerlerin anlamını tamamen yitirdiği anlamına gelmiyor; bir kibrit çakıp havayı ateşe vermek için beklenmeyen bir şey gerekir. Beklenmeyen bir yüz. Bir şarkı. Birinin parfümü. Ancak bu sinyaller benim kişisel frekansım içinde yer alır; başka birine çok da anlam ifade etmeyebilirler. Onların da dinledikleri ya da duymamak için çaba sarf ettikleri başka sinyalleri vardır. + "Mekânlar olayları hatırlar," diye not almış James Joyce Ulyses’in sayfa kenarına. [s. 123]
  • Ancak tüm araştırmacıların da bildiği üzere, ipucunu takip ederek, sizi götürdüğü yere gitmeniz gerekir. [s. 152]
  • Kütüphanem yaşayan bir şehre dönüşüyor: Okuduklarımın pek çoğu benden önce olan bitenlerin doğal sorunlarını anlatıyor. Her daim görevine sadık olan ben ise kitaplarda olmayanları yakalamak ve kendiminkine katmak üzere kullanacağım ufak, turuncu renkli Claire Fontaine defterimi yanımda getirmiş ve üzerine "Venedik. Haziran 2007" yazmıştım. Yapacak hiçbir şey ve gitmem gereken hiçbir yer olmamasının keyfini çıkarmaya çalışıyorum. [s. 153]
  • Sophie Calle "Kendimi bir labirentin girişinde." yazar günlüğüne, "bu şehrin ve bu hikâyenin içinde kaybolmaya hazır görüyorum. Uysallıkla." [s. 163]
  • Barthes. "Kitap ya da adresle değil, yürüyerek, gözlemleyerek, alışkanlıklar üretip deneyimleyerek bulunduğunuz yere uyum sağlamalısınız; burada her keşif yoğun ve kırılgan, yalnızca izlediğiniz yolun içinizde bıraktığı hatıralarla tekrarlanabilir ya da kurtarılabilir: Bir yeri ilk defa ziyaret etmekle onu yazmaya başlarsınız. Yazılı olan şey adres değildir, kendi yazınını kendisi kurmalıdır.“ [s. 200]
  • Cow Books’ta Yoko Ono'nun daha iyi bir hayat için önerdiği cazip talimatlarla dolu, ilk olarak 1964 yılında Tokyo' da basılan Grapefruit isimli kitabının bir kopyası vardı. Bu talimatlardan biri, okurdan hayali bir harita çizip, gitmek istediği yeri işaretlemesine ve ardından dışarıya çıkarak bu hayali haritayı gerçek bir kullanarak yürümesini istediği 1962 yılına ait alanın rehberi gibi "Harita Parçasıydı. "Eğer ortada orada olması gereken bir sokak yoksa." diyordu, "önünüze çıkan engelleri bir tarafa koyarak siz uydurun bir tane." [s. 205]
  • Kartpostal, gezginin işaret fişeğidir, karanlıkta yakılır ve mevcudiyetin habercisidir. İçlerine mesafeler inşa edilidir. Onları bir yerden alır, ziyaret ettiğiniz yerin temsilcisiymiş gibi başka bir yere gönderirsiniz. Amaçları budur. Onun belli bir yerle olan bağına öylesine derinden inanırız ki kartpostal, bizim gerçekten orada olduğumuzun kanıtı haline gelir. [s. 256]
  • Kartpostallar bir insandan diğerine yolculukları sırasında yön değiştirebilir, bir hediyeye dönüşebilir ya da yalnızca arkasına yere dair anılarımızı not düştüğümüz ve yıllar sonra meraklı bir torun ya da bitpazarındaki bir yabancıyla yolu kesişecek incecik bir günlük olarak kişisel arşivimizde kendine bir yer edinebilir. [ss. 256-257]
  • Deborah Levy yazısını "Bir yazar için kendine ait bir odadan daha kullanışlı olan bir şey varsa o da uzatma kablosu ve Avrupa, Asya ve Afrika için çeşitli adaptörlerdir," diyerek noktalar." [ss. 315-316]

Comments