Triloji Atölyesi / gelincik..

İlk kez yunan mitolojisinde görüyoruz, gelincik sembolizmini (Mısır’da falan çok yok). 

Ticari olarak haşhaş kullanımına gidilmesi ve Batı’da uykunun daha önemli olması bunun temelindeki nedenler. 

Tanrıça Artemis‘in çiçeklerinden biri.

Kuzey Avrupa ve Girit’te tapınılan tanrıça Artemis. 

Bireylerin ve devletlerin kritik ve veya stresli anlarında sığındığı, onları gidecekleri yollara hazırlayan, önemli kararlar alacaklarında karşılarına çıkan bir tanrıça Artemis.

Sonrasında tıbbın doğuşu ile ilgili olarak hipnozun ortaya çıkması ve ağrıyı durdurmak için kullanılması söz konusu.

İlk olarak bir ortaya çıkışı MÖ 9. yüz yıl Homeros‘un Odessa destanı. Öyle ki Odessa destanı. 

İlyada‘dan farklı olarak; insanın yolculuğunu anlatan, insanın kendini keşif yolculuğu üzerine kurgulanmış, bir insanın kendisini bulma serüveni. 

Bu anlamda genel olarak da çok farklı bir destan. Kendimizi bulmaya başladığımız zaman üzerine bir metin.

İngilizce ifadesi ‘poppy’;

hem haşhaşa karşılık geliyor, hem de gelinciğe. 

Kaldı ki bu ifade daha çok kız çocuklarına yakıştırılıyor. 

Zira onların bir sakinleştiriciliği söz konusu, erkek çocuklarla kıyaslandığında.

MÖ 5. yüz yılda kil tabletlerde, Sümerler’de, sonrasında Asurlular’da gelincik var. Devamında Babiller’de ve ve oradan da Antik Mısır‘da var.

Çiçek olarak değil de, bir bitki olarak tıbbî papiruslarda da görüyoruz. (sembol olarak dönüşümü Antik Yunan’da olsa da)

Öyle ki onlardan çok önce de Teb pazarlarında haşhaş olarak görüyoruz kendisini. 

Ki Teb şehri Oidipus’un şehri olarak geçiyor. 

Ve bu şehir, antik Mısır’da haşhaşın üretim yeri ve en kalitelisini yer aldığı bölge.

* Teb, Thebes, Thebai veya Mısır dildeki adıyla Waset, Nil Nehri’nin kıyılarına kurulmuş ve Akdeniz'in yaklaşık olarak 800 km güneyinde yer alan Antik Mısır'ın önemli şehirlerinden biridir.

Zira zaten bir şey sembole dönüşmeden önce, önce bir var oluyor daha sonra sembole dönüşüyor.

Bu kapsamda İspanya’da, Katalonya‘da, oralardaki Neolitik köylerde, İber Yarımadası’nda, İsviçre’de MÖ 4. yüz yıla kadar görülüyor (Anadolu’dan ayrı olarak).

Dolayısıyla net bir şekilde toplum açısından da, dinî açıdan da varlığı belirgin.

MÖ 1. ve 2. yüz yılda Minoa Uygarlığı - Girit’te bir hashas tanrıçası var. uyku ya da ölüm getirdiği düşünülmüş. 

Ve bu durum Roma ve Yunan’da iyice uyku tanrısına evrilmiş.

Bu arada haşhaş, gelincik ailesinden geliyor. 

Morfeus da, insomnia da buradan çıkıyor.

Zira Morpheus‘ta tüm duygular içe içe geçiyor.

Daha sonra afyon Afrodit‘in gözyaşı olarak betimleniyor ve Ay ile ilişkilendiriliyor.

Zamanla yavaş yavaş bilinçdışının işlevi ortaya çıkıyor. Aynı zamanda rüyada bilinçdışının işleyişi anlaşılmaya başlıyor.

Dolayısıyla şöyle toparlamak mümkün: Antik Yunan‘a gelinceye kadar iki türlü kullanımı var:

sağlık ya da 

uyuşturucu anlamında

Antik Yunan ile başlayarak ise gelincik çiçeği ile estetik anlamda kullanımı söz konusu oluyor. 

Böylece de uykuya ve bilinçdışı sembollere etkisi oluyor. 

Daha estetik bir bilinçdışı hâline geliyor, gelincik.

Çünkü hatırlanacağı üzere; ancak bilinçdışı sembollerle bilince anlam verilebiliyor.

Zira bilinçli zihin için duygu selleri bir şey ifade etmiyor Morfeus gibi seller de anlaşılır oluyor sembollerle. Çünkü bilincin kendisi üretmiyor.

Gelincikler de istilacı bir şekilde tarlalarca ürüyor / ortaya çıkıyor. Yani aynı bilinçdışı gibi kontrol dışı ortaya çıkıyor.

Öyle ki bilinçdışı meditasyonlarda da bilincin dışına çıkma hâli, o dünyaya giriş; kadife bir perde veya halı olarak imgeleniyor. (Gelinciğin kadifemsi dokusu gibi)

O alana girmek, içimizde var olduğunu bilmediğimiz kaynaklara ulaştırıyor bizi. Oralarda olduğumuzda farklı oluyoruz, bildiğimiz benden daha fazlasıyız.

Jung da bireyleşme için bilinçdışına erişilmesi gerektiğini söyler. Bilinmeyeni açacağız ki kendi yolumuzu çizelim der. Bunun en kolay yolu da uyku ve rüyalardır. O yüzden o da rüyalara ayrı bir önem affeder.

Bir de bilinçdışının yaratıcı olma konusunda bir önemi vardır. 

Ki bu da Antik Yunan’da anlaşılıyor. 

Ve sonrasında işte bugünkü edebiyat, sanat dediğimiz mefhum ortaya çıkıyor.

Zira hayal kurmak ya da daha ben olmak için, tam bütün insan olmak için bilinçdışına gitmek gerektiği anlaşılıyor.

Bilinçdışı ile savaşmak yerine onunla nasıl ortak yaşarız sorusunu Jung ve Freud ilk kez soruyor.

Oysa modern insan bilinçdışıyla o kadar bağlantıyı kaçırmıştır ki ancak sorun yaşadığında onun varlığını fark ediyor. Ne zaman ki çözemediği bir durum ortaya çıkıyor, nedensiz bir çatışma yaşar oluyor, nevrozun içinde buluyor kendini; o zaman bilinçdışına yöneliyor. 

Dolayısıyla Antik Yunan için nevrozlarının da sembolü olarak ortaya çıkıyor.

Onlar bu bağlamda afyona sığınırken, biz psikiyatra gidiyoruz. 

-> buraya kadar ilk oturumda antik şehirlerde gelinciğin nasıl kullanıldığına baktık. Şimdi nasıl yayıldığına değineceğiz.

Batıya, Avrupalı denizcilerle taşınmış. 

15. yüz yılda Avrupa’da doktor Paracelsus'un ‘laudanum’ ilacı ile görüyoruz. 

* Laudanum, ağırlıkça yaklaşık %10 toz afyon içeren bir afyon tentürüdür. Afyon haşhaşından elde edilen özütlerin alkolde çözülmesiyle hazırlanır .

Tarihsel olarak çeşitli rahatsızlıkları tedavi etmek için kullanılmıştır; ancak başlıca kullanımı ağrı kesici ve öksürük kesici olarak olmuştur. 

20. yüz yılın başlarına kadar laudanum reçetesiz satılırdı ve birçok patentli ilacın bir bileşeniydi. 

Laudanum o zamandan beri bağımlılık yapıcı olarak kabul edildi ve dünyanın çoğu yerinde bu şekilde sıkı bir şekilde düzenlenip kontrol ediliyor. 

18. yüz yıl itibari ile keyif verici etkilerinin aynı zamanda yaratıcılığı da etkilediği kabul edilmiş.

Sonrasında bulunan morfin ise onu bulan kişi tarafından yine mitolojik anlamı bağlamında bu ismi almış.

* Afyonun tıp alanında kullanırlığını artırmak amacıyla yapılan çalışmalar esnasında 1803 ile 1805 yılları arasında Friedrich Sertürner isimli Alman bir eczacı tarafından izole edildi. Sertürner bu buluşuna Yunan mitolojisi düşler tanrısı Morpheus'tan esinlenerek Morphium adını verdi.

Morfin olarak Amerikan İç Savaşı ile birlikte çok büyük bir yaygınlık kazanmış. 

Ve artık 2. Dünya Savaşı ile Vietnam bağlamında bağımlılığa dönüşmüş. 

Öyle ki bu bağımlılık asker hastalığı olarak adlandırılmasına sebep olmuş.

Bayer tarafından özellikle ağrı kesici ve öksürük şurubu olarak kullanılmakla birlikte bu bağımlılığın ortaya çıkışı sonucunda şirket kullanımını bırakıp aspirine yönelmiş.

Özetle Orta Çağ bittikten sonra (1.zoom) delice yayılmaya ve artık farklılaşmaya gidiyor gelincik.

Afyon artık savaşla ilişkilendirilir hâle geliyor (kanla ilişkilendiriliyor). 

Zira ifade bulduğu üzere bilinç dışındaki savaş travmasını susturmak için kullanılan bir madde oluyor.

Bu paralelde özellikle İngiltere’de savaş sonrasında, savaşta kaybedilenler için ve onların hatırlamak adına gelincikler çizildiği görülüyor.

Dolayısıyla Rönesans ve Sanayi Devrimi ile birlikte mitolojik semboller yer değiştiriyor; ancak gelinciğin bilinçdışı sembolizme etkisi devam ediyor.

Savaş sonrası dönem, bilinçdışını normal hayata taşıyor. 

Zira özellikle 1. Dünya Savaşı’nın psikolojik olarak çok daha büyük bir etkisi var. 

Çünkü ilk kez kitlesel ölüme şahit olunuyor. 

Böylelikle her milletin bilinçdışını etkileyen bir savaş olarak yer alıyor.

Kaldı ki savaş mefhumu da zaten bilinçdışının çok güzel bir metafordur. Dolayısıyla belki de savaşla özdeşleştirilmesi bu yüzdendir.

Remembrance Day ile bir gün için savaşta kaybedilenler hatırlanıp geçiyor. Adeta bir Dionisos ayimi gibi ancak şöyle bir gerçek var ki unutulmaz ise insan devam da edemiyor yaşama.

O yüzden daha önce dediğimiz gibi bilinçdışıı ile savaşmak yerine onunla ortaklaşa bir şekilde yaşamak gerekiyor. Çünkü gerçek biz orada yer alıyor.

İşte tam bu noktada zaten hemen 1. Dünya Savaşı sonrasında psikoloji ile bilinçdışı bağlantısı olduğunu ilk kez söyleyen Jung ve Freud devreye giriyor.

Öyle ki insan savaşla bilinçdışını proses ediyor. Ne zaman ki bilinçdışı iyice baskılanıyor, savaş o zaman ortaya çıkıyor.

Mesela bilinçdışında sorunu olan birinin evinde her zaman bir şeyler vardır; her zaman eksik giden, tamamlanmamış bir çok iş olur. Çünkü bilinçdışı sağlıklı değilse, o süreci tamamlamak istemez.

Jung der ki: 

Bilinçdışında denge bozulunca nevroz vd. ortaya çıkar; ancak diğer taraftan,

aslında sahip olduğumuzu düşünmediğimiz güç de oradadır.

Afyon kullanmış birinin yapacağı şeyler gibidir aslında, savaşta yapılanlar.

(dolayısıyla artık antik dönemdeki gelincik kullanımı bambaşka bir şeye dönüşüyor)

Ve ne yazık ki modernizm bunu sürekli yaşatıyor çünkü beslendiği yer, olayı bu akıl tutulması. 

Yapay zeka ile de yaşanan durum bu oluyor.

Aslında bilinçdışı, insanlığın özgün zihnidir.

Bugün bilinçli yapılanlar, öncenin bilinçdışı olanıdır. 

Yani bugünkü durum, toplumsal evrimleşmenin bir sonucudur. = Bilinçdışının bilinçli hâle gelmesi. 

Jung bunu ‘insan aracılığıyla kozmos‘un bilinçli hâle gelmesi’ olarak ifade eder. 

Zira zaten halihazırda doğada da olan budur. 

O da bunu doğadan gözlemlemiş olduğu için ifade ediyor.


-> ‘Savaş psikolojisi’

Gelincik sembolü; ilk kez savaş ve savaşta kaybedilenlerle, Flamanlara dair bir şiir ile özdeşleşiyor.

1. Dünya Savaşı günde 6000 insanın öldüğü, toplamda 60 milyon askerin katıldığı, 6 milyon sivilin ve 10 milyon askerin kaybedildiği bir savaş.

Psikanalizi doğuran bir sebep de işte bu yüzden 1. Dünya Savaşı ve ona giden süreçteki hareketlilik.

Haçlı Seferleri’nden sonra ilk kez yeniden kitlesel ölümlerle karşılaşılıyor. Diğer bir ifadeyle Haçlı Seferleri’nden sonra ilk kez insan yeniden şiddete dönüyor. Ki Freud bunun/şiddetin, her zaman içimizde olduğunu söylüyor.

Psikologlar savaş sonrasında kurbanın yanında çalışmayı seçiyor ve böylece psikoloji dalı gelişiyor.

Ve fakat bir yandan gelişiyoruz ancak bir yandan da barbar yanımız devam ediyor. 

Bu kapsamda içimizdeki savaşa dair düşüncelerin de (gelincik ve bilinçdışı ekibi) istilacı olduğunu ifade etmek mümkün.

Ve Freud bunun önlenemeyeceğini düşünüyor. Ona göre:

“Savaş, oluşturduğumuz idealleri kaybettiriyor.

Medeniyet o ilkel güdüyü çok da yok edemiyor; kanıtı da savaş.”

Onun da 1. Dünya Savaşı sonrası anlattığı ölüm kavramı farklı oluyor. 

Zira ölümle ilişki 1. Dünya Savaşı ile komple değişiyor.

Adalet sağlama duygusuyla ölüm dürtüsü tetiklenmiş oluyor. 

Ve ‘bir şey ölünce onu istediğin gibi yeniden şekillendirsin’e ~> temellendiriliyor.

Devrim yaparak, yeni bir bağlantı noktası ortaya çıkıyor. => İşte savaş da bu yüzden çıkıyor.

Freud’a göre kültür hiçbir zaman insanı melek hâline getiremez. 

Kültür & kişilik, buluşma & ayrılma noktası hâlinde işlev görüyor.

Yine Freud‘a göre “özümüzde hep de iyi bir şey yok. Onu da bilelim” diyor.

İnsanın temelde iki tane içgüdüsü olduğunu ifade ediyor: 

1. sevgi - eros / aşk ile 

2. ölüm

İnsan bu ikisi arasında hep gidip geliyor.

Ve bu iki güdü birleşince savaştaki cinsel istismar durumları çıkıyor. 

Dolayısıyla yaratıcı kuvvetin (yani bir şeyi yok edip yeniden yepyeni bir şey ortaya koymanın) yıkıcı etkisi de gözardı edilmemeli. 



Comments